Hani yaşamımız boyunca sayısız insan ve mekânla tanışırız ama bunların ancak bir kısmı bizde dönüştürücü bir iz bırakır ya, Kudar ailesi ve kurdukları Tahtakuşlar Köyü Etnografya Galerisi benim için o az sayıdaki tanışıklıklardan. Yılını tam olarak hatırlamıyorum ama ilk yirmili yaşlarımdayken gitmiştim bu özgün mekâna. Cumhuriyet Gazetesi’nin memleketim Burhaniye’de yaşayan yazarı Müşerref Hekimoğlu’nun galeriden övgüyle söz eden bir yazısını okuyup etkilenmiştim. En eski ziyaretlerimizi düşündüğümde ise aklıma galeride Talip Apaydın ve Fakir Baykurt ile karşılaşmamız geliyor. Müzeye eski bir kilim hediye etmek için gelmişlerdi sanırım. Bizimle de sohbet etmişlerdi. Sohbete dair aklımda kalanlardan bu karşılaşmanın 90ların ortasında olmuş olması gerektiğini düşünüyorum. Öyleyse en az 30 yıldır tanıyorum Kudar ailesini ve var ettikleri bu özgün müzeyi. Bu kadar uzun süredir şahidim hem ülkemize hem de evrensel kültüre ne denli önemli katkılarda bulunduklarına. Öyleyse tanıştığımız ilk günden itibaren ne denli üretken ve tutkulu olduğunu apaçık gördüğümüz Selim abinin aniden öte diyarlara gidişinin beni ve tüm ailemi derinden sarsması da, onu kesinlikle sadece hüzünlenerek anmayacağımızı daha ilk günden kendimize belletişimiz de ne kadar doğal.
Son yıllarda ülkemizde önemli sayıda müze açıldı ancak o yıllarda müzelerimizin azlığına kahrolurduk. Müzeler, yurtdışı yolculuklarını çekici kılan önemli etkenlerden biriydi. Yurtdışına çıkabilme şansı olanlarımız müzelere koşardı. Sayısız uygarlıktan izler taşıyan, çok zengin bir kültüre sahip olan ülkemizdeki yetkililer bu alandaki eksiği kapatmakla ilgili müthiş bir yavaşlık ve ilgisizlik içindeyken bir ailenin bir köyde kendi imkânlarıyla bir galeri kurmuş olmaları, tek başına etkileyici, insanı umutla dolduran bir olaydı. Benzeri yoktu zaten bu girişimin, ülkemizde köyde kurulan ilk müzeydi. Ve üstelik burada galeri rehberliğini bizzat müzeyi kuran aile bireyleri yapıyordu.
Tahtakuşlar Etnografya Galerisi 1991 yılında, ilk köy enstitüsü mezunlarından Hasan Kudar’ın fikriyle kardeşi Alibey Kudar tarafından kurulmuş. Biz de ilk Alibey Kudar rehberliğinde gezdik galeriyi. Alevi-Türkmen kültürüne dair bir sürü ilginç objenin nasıl kullanıldığını, adlandırılmasına dair öyküleri heyecanlanarak dinledik. Alibey Kudar’ın bizi büyük bir ciddiyet ve tutkuyla bilgilendirmesinden, kendi kültürüne ve genel olarak kültürlere olan saygısından çok etkilenmiştim. Alibey Kudar da ağabeyi gibi köy enstitüsüne gitmiş (Savaştepe) aslında ancak köy enstitüleri o mezun olmadan kapanmış. Bu durum eğitimini etkilememiş elbette ve o da öğretmen okullarının ilk mezunlarından olmuş. Ağabeyinin ve bir ilkokul öğretmeni olan kendisinin eğitim öyküsü galerinin öyküsünü nasıl da daha anlamlı kılıyor, Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesinde eğitime ve bilgi paylaşımına verilen önemi vurguluyor.
Giysilerden takılara, baharatlardan çaylara gördüğümüz
sayısız obje, midye toplayıp kolye yapan, evin pek çok yerini kozalaklarla
süsleyen bizim aile için Kudar ailesini, Türkmen kültürünü çok yakın
hissetmemizi sağlamıştı. Ancak böylesi ortaklıklara rağmen inanılmaz bulduğum
pek çok el emeği objeyi ilk orada gördüm ve hayran kaldım; örneğin kenarlarına
sıra sıra karanfil dizili heybeler… O karanfiller nasıl ipe sıralanmıştı tek
tek, kimbilir yapanların elleri nasıl kokmuştu… Ana kokusu isimli kolyenin
öyküsünü dinleyince de çok etkilendiğimizi hatırlıyorum. Kendi yaşamımızda da
benzer öyküler vardı aslında, ne de olsa her kültüre ait hem diğer kültürlerle
benzer hem de ayrı ne çok güzellik vardı ama değerini bu denli biliyor muyduk? Bu
galeri tek tek objelerin ya da Alevi-Türkmen kültürünün etkileyiciliğinin yanı sıra
aktarılanları en içinizle dinlediğinizde evrensel kültüre, insanlığın ortak
yanlarına dem vuruyordu ki her şeyin ötesinde bu geniş açıya yapılan çağrı ne
büyük bir insanlık hizmetiydi. Galeriye girince belirli bir kültüre ait dünyaya
adım attığınızı sanıyor ancak hem müzeye sürekli eklenen parçalar hem de Kudar
ailesinin vizyonu nedeniyle evrensel kültüre uzandığınızı kavrıyordunuz. Dünyanın
her yerinden gelen ziyaretçilerin kendi kültürlerine dair müzeye türlü objeler
hediye etmesi evrensel kültüre uzanan müzenin ve onu işletenlerin aynı zamanda
barış elçileri olduğunu da kanıtlıyordu.
Ve coğrafya orada yaşayan kültürleri nasıl etkilerse Kaz Dağları (İda), mitolojik öykü dolu bu dağ hep soluyordu galeride. Efsaneleriyle, kekikleriyle, dağlarıyla, rüzgârlarıyla… Sarıkız efsanesi başta olmak üzere Kaz Dağlarına dair pek çok efsane de Kudar aile bireyleri tarafından aktarırdı. Zaten Orta Asya’dan önce Toroslara, 1300lü yıllarda da Kaz Dağları’na gelmiş Türkmenlerin kendi efsaneleri Sarıkız Bu nedenle kaz ayağı sembolünü mezardan türlü eşyalara pek çok yerde görebilirdiniz. Ziyaret için ayırdığınız süreye sığmayan ya da sonradan daha ayrıntılı olarak okumak istediğiniz bir sürü efsanenin basılı halini de galeriden temin edebilirdiniz. Bu sayısız yayın da Kudar ailesine minnet duymamız gereken hizmetlerden biriydi. Galerinin aldığı sayısız ulusal ödülün yanısıra uluslararası ödülleri de var. Örneğin UNESCO destek ödülü, Azerbaycan Dede Korkut Vakfı ‘Altın Kalp’ ödülü ve 2002 Türkiye Olimpiyat Komitesi Fair Play Türkiye En İyi Tanıtım Ödülü. Bu ödüller galeriye verilen emeğin fark edilmesi ve galeriye daha çok insanı çekmesi adına çok sevindirici ve gururlandırıcı ödüller.
Kız kardeşim ve ben biyoloji okuduğumuz için galerinin deri sırtlı deniz kaplumbağasını ve denize dair pek çok diğer canlıyı sergilemesi de ayrıca önemliydi çünkü müze eksiğimiz bilim alanında da geçerliydi ve günümüze gelindiğinde bu alanda hâlâ yapılacak çok şey olduğu kesin. Deri sırtlı deniz kaplumbağasını 1 yıl boyunca her gün uğraşarak Selim abinin kuruttuğunu ve bu türün bu yöntemle ilk kez kurutulduğunu da eklemem gerek.
Zamanla Kudar ailesiyle bağımız çok güçlendiği için özel bir dostluk gelişti aramızda. Birbirimizi aileden saydık. Alibey Kudar’ın yanı sıra oğulları Orhan ve Selim Kudar da galeride ziyaretçileri bilgilendirirdi. Ne yazık ki Orhan abiyi de 2012 yılında genç yaşta kaybettik. Galeri yayınlarında pek çok kere imzası olan Orhan abiye bana kattıkları için minnettarım. Geldiğimizi gördüğünde yüzünde beliren sevinci şimdi ben de gülümseyerek hatırlıyorum, yoksa sohbetler neden o kadar uzasın ki? Canayakın mizacıyla eminim daha nice ziyaretçiye Türkmen kültürünü, Kaz Dağları’nı ve daha nice kültürel öyküyü etkileyici biçimde anlatmıştır.
Bu yazıyı Selim abiyi de genç yaşta öte diyarlara uğurlayışımız nedeniyle yazmaya başladım ancak daha başında yazı kendi kendine bir omurga belledi. Emekleri ilmek ilmek içiçe geçtiği için olsa gerek merkezde Kudar ailesinin olduğu ancak odağında benim Kudar ailesi ve galeriyle olan öykümün olduğu bir omurga; benim bakış açım. Ölümün sıklıkla yaptığı gibi insanın kendini geçmişten günümüze varan bir yolculukta bulması…
Selim abiyi düşündüğümde aklıma hemen sürekli devinen,
etrafa da yayılan bir pozitif enerji ve tutkulu bir üretkenlik geliyor. Radar teknisyen
astsubayı olarak çalıştığını aslında çok sonradan öğrenmiştim ama şimdi belki
de bu mesleğin ona kattıklarını kültüre dair çalışmalarla harmanlanmış olduğunu
düşünüyorum. Hem güçlü gönül gözünüz, hem de radar bilginizle görüyorsunuz
önünüzdeki yolu, engeller korkmaz mı sizden? Korkunç hızlı bir turizm
baskısıyla her yer az çok daha kötüye doğru giderken Kaz Dağları özelindeki
gözlemlerini bizlerle de paylaşırdı Selim abi.
Yaramaz bir çocuk gibi ele avuca sığmayan enerjisi ile derdi sürekli
gelişmek, ilerlemek olanlara özgü sabrı sanırım bu şekilde yan yana soluyordu.
Nerdeyse her yerde yozlaşmaya yol açan, tüketim kültürü dışında hiçbir kültürün nefes almasına izin vermeyen gerçeklikten söz edince de Kudar ailesinin emeklerinin ne denli takdir edilesi olduğu ortaya çıkıyor ki elbette galerinin son dönemdeki lokomotif gücü olan Selim abinin bunda payı büyük. Hem doğa kıyımının hem de -ne yazık ki- doğa temalı ürünler üzerinden çıkar sağlanmasının altın çağındayız. Kimi zaman bir yere gidiyorum ve orada satılan ürünler aslında çok beğenmem gereken ürünler olduğu halde samimiyetsizlik, soğukluk hissettiğim için alamıyorum. Doğa sevgimin sömürüldüğünü hissediyorum. Bunun nedeni sıklıkla bu ürünleri satan insanların bir büyükşehirden kaçıp gelmiş olmaları ve hızla elde ettikleri sermaye ile bu kez hızla “doğal ürünler” pazarına yönelmiş olmaları ve aslında sattıkları ürünlerle aralarında hiçbir güçlü bağ olmamasından geliyor. Çoğu zaman bu insanlar yaşadıkları yerde hep ayrıksı kalıyor, bu mesafenin ya farkında olmuyor ya da zaten yerel halkla yakın bir iletişimde olmak istemiyor.
Ne demek istediğimi galeriden aldığım bir kolye üzerinden anlatmak isterim. Selim abi ilk önce tasarımıyla çarpıldığım bir kolyenin üzerinde neler olduğunu anlatırken ortadaki küçükçe kemiklerin bir yılana ait olduğunu söylediğinde çok etkilendim. Biyolog olarak yıllar içinde meslektaşlarımın çoğunda var olan ve beni nerdeyse mesleğimden soğutan şeylerin başında halkı cahilce küçümsemenin geldiğini görmüştüm. O meslektaşlara kalsa bir sürü yerel insan yaşadığı coğrafyada yaşayan canlıları tanımaz, hele bir de söz konusu olan yılan gibi türlerse hiç düşünmeden öldürür. İşte Selim abi bana tutkuyla kolyenin üzerinde yer alan yılan kemiklerinden söz ediyordu. Elbette memleketinde yaşayan canlılardan tamamen bihaber olmayan bir sürü insanın da yılanlardan böylesine tutkuyla söz etmeyeceği gerçeğinin altını çizmek isterim. Kaldı ki Selim abi gerek müzedeki objelerle ilgili olarak gerek günlük sohbet metaforu olarak örümceklerden de çok sık söz ederdi. Ne muhteşem yaşam şenliği değil mi? Dağın, taşın, her tür canlının ruhu olduğuna ve saygı duymamız gerektiğine dair ne önemli bir öğreti. Üstelik işte yine son yıllarda türeyen doğa ve kültür tacirleri gibi kimsenin bilmediği bir gerçeğin altını çiziyor havasında yapmazdı bunu elbette. Sürekli devinen enerjisiyle yılmadan, bu öğretinin yer aldığı kültürlere olan saygısını da bir an unutmadan yapardı. Türkmen kültürü ya da daha geniş baktığımızda Şamanizm… Doğayla böylesine iç içe olan kültürleri, öğretileri daha büyük kitleler olarak benimsesek yapılaşmanın, kirliliğin ve yaşamı tehdit eden pek çok sorunun önüne daha etkin şekilde geçebilirdik. Kudar ailesinin çalışkanlıkları sayesinde galeriyi çok tanınan bir yer haline getirmiş olmalarına, dolayısıyla çok sayıda insana dokunmalarına bu açıdan da hep çok sevinmişimdir.
Ne zaman hediye almam gerekse -hele ki yabancı arkadaşlarım için – hep galeriden aldım. Ayrıca yılan kemikli kolyem gibi kendime aldıklarımı da hep özenle taktım. Örneğin bir keresinde yılan kemikli kolyemi bir Tlingit yerlisi olan eşimin kabilesinin Alaska’da yapılan bir etkinliğinde takmıştım. Bir Türk olmama rağmen herkesin geleneksel giysiler ve takılar içinde gezdiği o etkinliklerde ülkemizi de iyi temsil etmek istiyordum. Bir odada dillerle ilgili bir oturum yapılmıştı. Bittiğinde ön sıralardan Chloe French isimli Tlingit sanatçısı dostum gözleri kolyeme sabitlenmiş şekilde bana doğru yürüdü heyecanla. Kim olduğumun bile farkına varmamıştı en başta, varsa yoksa kolye! Kendisi de kolyeler tasarlayan, geleneksel giysi dokuyan, kilim sevdasına ülkemizi de ziyaret etmiş olan bu zarif dostumla bu anıma hep gülümsüyorum. Hemen Selim abiyle iletişime geçtim ve Chloe için o kolyenin benzerinden sipariş verdim. Tam da burada aslında Tahtakuşlar galerisinde satılan takıların ve türlü objelerin sıradan takılar olmadığını, kültürel bağları yansıttıkları ve bizzat o kültüre ait insanlar tarafından yapıldıkları zaman kültürel sanat örneği sayılmaları gerektiğini belirtmek isterim. Alaska’da bir yerli sanatçının yaptığı, kültürel öykülere, efsanelere değinen her tür obje sanat eseri olarak değerlendiriliyor.
Bütün üretimlerin, ülkemiz kültürüne hizmetlerin ilmek ilmek
birbirine geçtiği Kudar ailesinden bir de mekânı da büyüterek söz etmek
isterim. Avluları hep çok sevmişimdir. Kudar ailesinin etkinlikleri de galeri
duvarlarını aşıp ağaçların altına, avluya iniyor. Atmosferinden en çok
etkilendiğim etkinlikler burada gördüklerimdi. Galerideki takıları başta Selim
abinin eşi Senem abla yapıyor elbette. Yalnızca takılarla sınırlı olmayan
“Şatürta” isimli bir markası da var Senem ablanın. Eskiden sadece güzel olmak
adına, süs olarak değil bireylerin statüsünü anlatmak gibi amaçlarla takılan bu
muhteşem takıları, objeleri, geleneksel giysileri Tahtakuşlar köyü kadınlarının
üzerinde görünce çok heyecanlanıyorum. Renkler, boncuklar, hareket edildikçe
çıkan sesler… çok büyüleyici. Ne şanslıyım ki birkaç kez denk geldim avlunun
geleneksel giysilerini giymiş Tahtacı Türkmenleriyle ışıldamasına. Ve böylesi
buluşmalarda Tahtakuşlar Köyü sizi öyle güzel ağırlıyor ki sundukları içecek,
içeceğin kabı, yiyecekler… Her şey çok özgün oluyor.
Selim abi, genel olarak Kudar ilesi sembol kültürüyle de çok ilgili. Farklı kültürlere ait objelerde rastlanan benzerlikler galeri gezerken de dile getirilebiliyor ancak bu konuda daha çok bilgilenmek isteyenler için Selim abi’nin pek çok uygarlıkta sembollerin izini sürdüğü “Muatazmayinşatürta” kitabını edinebilirler.
Selim abi ile Senem ablanın çocukları Esma ve Hasan’ın da içine doğdukları kültürü ve bu özgün galerideki uluslararası atmosferi soluyarak büyürken eşine az rastlanır bir yaşam deneyimine sahip oldukları şüphesiz. Hasan Kudar’ın sözlerini aktarmam gerekirse çok küçükken bile her hafta sonu galeride büyüklerine her tür işte yardım etmiş, bir an gelmiş deniz kaplumbağasının kurutma işleminde babasının verdiği sorumlulukları yerine getirmiş, bir an gelmiş yerleri süpürmüş. Zaman içinde galerinin çıkardığı yayınların editörlüğünü yapmış ve sanat organizasyonlarında görev almış. Zaman zaman amatör olarak yaptığı fotoğrafçılıktan çektiği eserleriyle bu sanat sergilerine katılım da sağlayan Hasan’ın ablası ressam Esma Kudar ise ailenin sembol kültürü çalışmalarına özellikle Vikingler üzerinden önemli ve ilginç katkılarda bulunuyor. Kültürel köklerinin izini sürme ve geliştirme konusunda araştırmalara ara vermeksizin devam eden Esma ile Hasan’ın babalarının ve genel olarak ailenin mirasını büyük başarıyla ileriye taşıyacakları şüphesiz.
Selim abinin ölüm haberini aldığımız gün Loreena McKennitt konserine gidecektik. Üniversite yıllarında tanışıp çok sevdiğimiz bu müzisyenin konserinden son anda haberdar olmuştuk. Sıcaklardan Selçuk’tan çıkıp İzmir’e gidesim pek yoktu aslında ama kız kardeşim özenip bilet almıştı. Güzel, neşeli bir gece olmasını dilediğim bir geceydi ama şimdi nasıl neşe duyabilirdim ki? Geceye elbette üzüntü karışacaktı. İçimden gitmemeyi bile istedim bir an. Diğer yandan yaşam zaten neşe ve hüznün sürekli birbirinin içine geçtiği bir döngüydü elbette. Benzer durumları sıkça yaşıyorduk hepimiz.
Böyle düşüncelerle McKennitt dinleyerek konsere kendimi hazırlamaya çalıştım. McKennitt, The Mask and Mirror isimli, benim 1996’da çok dinlediğim albümün 30. yıldönümü kapsamında verecekmiş bu konseri. Müzik insanı en çarpıcı zamanda yolculuklara çıkarır ya, konsere dair heyecanlı bir bekleyiş hissetmeye başladım hafif hafif. Sonra belki bir daha bir konserine gidemem diye McKennitt ile ilgili bir şeyler okumaya da başladım. Biraz tanırsam sahneye daha farklı da uzanırdı yüreğim. Ancak bu çabamın daha başında bir de ne göreyim, McKennitt’in nişanlısı, erkek kardeşi ve bir arkadaşları boğularak ölmüş! Bu bilgiyle sarsıldım ve o an ölümü, elbette ne ilk ne de son kez, yolculuğun karanlık bir sonu yerine bir sonraki adımı, bilmediğimiz bir adım olarak görmem gerektiğini anladım. İşte ne kadar istesem de o geceki konserden ölümü soyutlayamamıştım.
Sonra yavaş yavaş, sanki pes edip izin verdiğim anlaşılır gibi Selim abi bu kez ölüm gerçekliğiyle düştü durdu aklıma. Kendimi onunla konuşur buldum. Diğer yandan kendimi Selim abinin bendeki izlenimlerinin peşine düşer buldum. “Selim abi, dinmez enerjisiyle hep üretimlerin peşinden koşan Selim abi benim bu konsere tüm duyargalarım açık olarak gitmemi isterdi” diye geçirmeye başladım içimden. Hele hele söz konusu müzisyen büyüdüğü Kanada’nın sınırlarını aşıp Kelt kültürünün peşinden gitmiş -hatta bunu yaparken ülkemize uğramış- biriyse. “Kapabildiğini kapmaya çalış” derdi sanki Selim abi. Hazırlanıyordum bu düşünceler içindeyken. Takı heybemi aldım. Aklımda bir kolye vardı ama Tahtakuşlar kolyesiz gezmeyen biri olarak büyük olasılıkla Senem ablanın yaptığı bir kolyeyi gördüm. Böyle anlar büyülü oluyor değil mi? O kolyeyi takmaya karar verdiğim an konsere karışacağını düşündüğüm hüzün dozu azaldı.
Bunları yazsam da konserin ilk bir iki şarkısında ağlamadan
duramadım. Selim abiyi, ailesini, McKennitt’in o büyük acısını ve birkaç ay
önce henüz 4 yaşında bile değilken ölen kedim Yonga’yı düşünerek ağladım,
ağladım. Yongam öldükten sonra sevdiğim birinin, özellikle genç yaşta
ölmesinden çok etkilendiğime ve öyle yapmayı ne kadar istesem de güzel anlardan
güç alarak o sevgili varlığı daha çok gülümseyerek anmayı başaramadığımı
görmüştüm. Selim abiyle konser boyu süren iletişim bir ara evrildi bana desteğe
dönüştü, Yongayı bulduk belki birlikte. McKennitt’in o acı deneyime rağmen
nasıl hâlâ
müzikle insanlara dokunduğuna saygı duyduk. Ve ben yavaş yavaş ağlamaları
geride bırakırken avluda Selim abi ile Senem ablanın aşkla nasıl dans ettikleri
ısrarla aklıma geldi. Birbirlerine kur yapan kuşlar gibi yaptıkları o danstan
çok etkilenmiştim. Loreena McKennitt konseri muhteşemdi. Albümden hiç farklı
değildi sesi ve değişik müzik aletlerinden çıkan sesler. Kelt kültürü dışında
Arap esintili o muhteşem şarkılar benim de bedenimde devinimlere yol açmaya
başladı. Belki de oturarak izlenmesi talihsizlikti bu konserin ama ne gam. Senem
abla ve Selim abi benim, hepimizin yerine ayakta, aşkla deviniyor, deviniyordu
işte!
30 Haziran’da öte diyarlara göçen Selim abinin haziranda doğduğunu bu yazıyı yazarken öğrendim. Üstelik galeri de haziranda kurulmuş! Ölüm ve yaşam olgusuyla, yaşamanın ancak üreterek anlamlı oluşuyla ne denli uyumlu olduğunu, o kendine has bilgeliği var oluşun diğer boyutuna giderken de gösteren Selim abi ulaştığı ölümsüzlükte de kim bilir şimdiden hangi projelerin peşine düşmüştür.