
Sene 2007’ydi. Cumhuriyet mitingleri ile siyasal etkileri artan ulusalcıların yarattığı iklimden rahatsız olan ve bu yüzden bir röportajında, en ilerici parti olduğunu iddia ettiği AKP’ye oy vereceğini söyleyen Baskın Oran; Seyfettin Gürsel ve Ahmet İnsel’in başını çektiği akademi kökenli sol liberal bir grubun girişimleri ile 22 Temmuz seçimlerinde “bağımsız sol vekil adayı” olmuş, kendisine teveccüh gösteren medya organlarında “ezber bozmaya” başlamıştı. Beş yıldır ülkeyi yöneten siyasal İslamcılardan çok sosyalistlerle derdi olan Oran’a göre solculuk; AB’ye girmeyi savunmak, her çeşit azınlığın hak taleplerini siyasetin merkezine koymak, devleti “özgürlükçü” bir paradigma ile dönüştürmekti. Soros’un vakfında danışmanlık yapan akademisyenleri, eski solcu sanatçıları, gazetecileri, saf üniversiteli çocukları peşine takan Baskın Oran, görünür olmanın sağladığı özgüven ile geleneksel sol siyasaya yaslanarak politika üretmeye çalışanların adeta üstüne kusuyor, siyaseten haz etmediği herkesi her gün fırçalıyordu.
Aslında ezber bozma lafızlarıyla bilimsel sosyalizmin tüm kaidelerini yerle bir etmeye çalışan bu tipitip adamın şahsı önemsizdi. Asıl dikkat edilmesi gereken onu sahneye iten grubun kimliğiydi. Vaktiyle ÖDP’de örgütlenen ve post-Marksist paradigma ile sol içinde öne çıkmaya çalışan sivil toplumcular, ikinci kez atağa kalkmışlardı. Yıllardır Birikim’de, Radikal İki’de pişirilen Althusser, Laclau, Mouffe soslu tezlerin artık ete kemiğe bürünmesi lazımdı. Plana göre Baskın Oran (ve Ufuk Uras) ile meclise girilecek, Kürt vekillerle kol kola ve AKP’yle dirsek teması halinde “Kemalist statüko”, “askeri vesayet” tasfiye edilecekti.
Oran meclise giremedi ama AKP kazanınca liberaller de kazanmış oldu. Baykal’ın CHP’si yine muhalefette kaldı. Siyaseten yenilen ulusalcıların sözcülerinin derdest edileceği tertipler, operasyonlar kapıdaydı. Önce muhalifler Silivri’ye tıkılacak, sonra anayasadaki ayak bağı maddeler değiştirilecekti. Fethullahçılar, AKP eli ile yargıyı, milli eğitimi, emniyeti ve orduyu ele geçiriyordu ama ne olur ne olmazdı; buna meşruluk ve yasallık kazandırmak lazımdı. Liberaller yeniden göreve çağırıldı zira onlar kadar kullanışlı ve aptal başka bir kitle yoktu.
Ergenekon ve Balyoz davaları ile ulusalcı ve antiemperyalist askerler hal’edildikten sonra sıra “çözüm süreci” ile Kürtlerin yedeklenmesine gelmişti. Milliyetçi Kürt hareketi, AKP’nin kurduğu oyunda aktör olacak olmanın heyecanı ile muhalif safları hızla terk etmiş; ülkemizde siyasi kompozisyon hayli ilginçleşmişti. Dinci-liberal diktanın karşısında yalnızca solcular, sosyalistler kalmıştı. CHP mi; orada da bir “liberal darbe” ile yönetici kadro değiştirilmişti. Kemal Kılıçdaroğlu’nun araladığı kapıdan partiye sızan 10 Aralıkçılar, CHP’yi yavaş yavaş AKP’ye benzetiyordu.
Derken en beklenmeyen anda bir patlama oldu. Yukarıda anılan düzen partilerinin hepsini korkutacak bir direniş başladı. Üç beş ağacın kesilmesine engel olmak için İstanbul’da sokağa çıkan birkaç yüz insan, Anadolu’da bir rüzgâr başlattı. Ancak kendiliğinden gelişen bu halk hareketi, örgütsüzlük ve öndersizlik nedeni ile bir politik kazanım elde edemedi. Fakat işin kötüsü; Gezi’den sonra, Türkiye’de devrimcilerin etkisizliği bir kez daha ortaya çıktı. Sol yapılar, Gezi eylemlerine katılanları bir araya getirmeyi ve politikleştirmeyi beceremediler.
7 Haziran seçimlerinden önce Kürtlerle 15 Temmuz sonrası Fethullahçı çeteyle arada da liberallerle yolları ayrılan AKP, gücünü yitirmeye başladığını fark ettiği anda yeni bir süreç başlattı ve geleneksel askeri-bürokratik yapıya ve bu yapının ideolojisini belirleyen MHP’ye sarıldı. 16 Nisan 2017’deki hileli referandum ile yasallaşan başkanlık sistemine geçilmesinin ardından iyice çaresiz kalan CHP ve Kürt hareketi ise mecburen birbirleriyle yakınlaşmaya başladı. Bunlara göre ekonomi, iç ve dış politika, eğitim, hukuk sistemi vs. kötüyse bunun sebebi “tek adam”lıktı. Eğer ülkede “çok adam”lı bire rejim tesis edilirse her şey çok güzel olacaktı. Olmadı.
Tabii şaşırmak anlamsızdı. CHP, tarihsel misyonunu yerine getiriyor; emekçi halkımızı yoksullaştıran, patronları iyice semirten kapitalizme tek kelime eleştiri üretmeyerek hakikati gölgelemeye devam ediyordu. AKP, küresel sistemin çıkarlarına aykırı tek bir adım dahi atmazken CHP evcilik oymamaya, milyonlarca insanı oyalamayı sürdürüyordu. Sonuç mu; yine hüsrandı. Ama olsundu, merkezi iktidar yoksa belediyeler vardı ve bunlar da çok önemliydi, 2019’daki başarı yinelenmeliydi.
Yeni yerel seçim, kimsenin aklına getirmediği bir sonuç ortaya çıkardı. CHP, on yıllar sonra birinci parti oldu. Halkın yarısında biriken öfke, AKP’ye ilk kez mağlubiyeti tattırdı. Demek ki seçimle gelen seçimle gidebiliyordu, karamsar olmaya lüzum yoktu. Şunun şurasında 2028’e ne kalmıştı. Hatta erken seçim bile olabilirdi. Erdoğan, yirmi yılı geçen iktidarının sona ermesini vakarla karşılar, cumhurbaşkanlığını Ekrem İmamoğlu’na seve seve devrederdi…
19 Mart sabahı gözaltı ve tutuklama silsilesi başladığında bile bu aymazlık sona ermiş değildi. AKP’nin emrine girmemiş, bağımsız yargıçlar vicdanlarını sesini dinler, İmamoğlu’nu serbest bırakırdı… Ama öyle olmadı. Öyle olmayacağını zaten bilen insanlar, ülkenin dört bir yanında ses çıkarmaya başladı. Solcu gençler, üniversite kampüslerinden sokaklara taştı. CHP’nin lideri Özgür Özel ise kendisi ve partisi açısından başarılı manevralarla bu tepkiyi evcilleştirmeyi bir şekilde başardı ve Maltepe mitingi ile konuyu yalnızca İmamoğlu’nun tutsak edilmesine sıkıştırdı. Kürsüden herkese teşekkür gönderirken sosyalistlerin adını bile anmadı.
Sol yapıların, Özel’e kızıp küsme ve evlerine dönme lüksleri elbette ki yok. Seçme ve seçilme hakkının gaspına karşı mücadeleye devam etmek çok önemli ve elzem. Ama şunu unutmamak gerekir ki CHP hâlâ düzen partisidir, burjuva karakterlidir. Solu, solcuları öne çıkaracak tek bir adım atmayacak kadar “akıllı” kurmaylara sahiptir. Bu nedenle günlerdir sokaklarda olan devrimcilerin dikkat etmeleri, kendilerini korumaları gereklidir. Onların iyilikleri, esenlikleri İmamoğlu’nun adaylığından daha önemlidir. Öte yandan CHP’nin peşine takılıp istemeden de olsa Özgür Özel’in çizdiği sınırlara hapsolmak anlamsızdır. Dinci-liberal diktayı yıkacak olan gençlik hareketi değil siyasallaşmış işçi eylemleridir.
Bir başka önemli konu ise Kürt hareketinin, Gezi’deki gibi Türkiye’nin solcularını bu süreçte de yalnız bırakmalarıdır. Tabii bizce bunda şaşılacak bir durum yoktur. Kahir ekseriyetle Kürtler, AKP ve DEM Parti’yi desteklemektedir. DEM ve öncülleriyse ülkemizin sol siyasetine uzaktır. Bu yüzden artık CHP’den, Kürt milliyetçilerinden, reformist sol partilerden bağımsız; sivil toplumcu izlerden arınmış, berrak bir sınıfsal perspektife sahip, günlük mücadelelerden kaçmayan ama bunlarla yetinmeyen, devrim dışında hiçbir hedefe gönül indirmeyen yeni bir sosyalist odağın inşası acil bir görevdir. Aksi takdirde biri mücahit diğeri müteahhit iki ismin cumhurbaşkanlığı yarışına sıkışmış düzen siyasetinin süsü olmaktan öteye gidilemez.
***
Resim: Tekstil İşçileri, 1927 – Aleksandr Deyneka