Yazımızın başlığının kışkırtıcı olduğu çok açık…
Ama önce aydınların katman olarak nasıl ortaya çıktıklarına bakalım. Biraz eskiye gidelim… Yani devletlerin ve sınıfların ortaya çıktığı döneme…
Mezopotamya’ya, Sümer kent devletlerinin ortaya çıktığı Dicle-Fırat havzasına…
Nil nehrinin kıvrımlarında yükselen, Habeş ve Mısır uygarlığına…
Çin’de Sarı Irmak’ı mesken tutmuş Uzak Doğu Asyalı kabilelerin coğrafyasına ve İndus vadisinin verimli deltasına…
Bu merkezlerin hepsi, birbirini takip ederek veya zamandaş olarak çeşitli uygarlıklar meydana getirmiş coğrafyalardır.
Rahatça işlenebilen verimli topraklardan elde edilen ürünler sayesinde yerleşik hale gelen topluluklar (toplumlar demiyoruz çünkü o daha ileri bir aşamada oluşmaktadır); doğa felaketlerinin gazabından korunabilmek, geçimini tesadüfe bırakmayarak güvence altına alabilmek; üretimin ileri boyutta gelişmesiyle komşu kabilelerle mal değiş tokuşunda bulunarak elindeki fazla malı çıkaran ama bunun karşılığında da ihtiyacı olanı karşılayabilen bir seviyeye yükselmişlerdi. Bu gelişme, söz konusu toplulukları kendi içinde bölünmeye uğrayarak nispeten daha katı hiyerarşik yapılara (bürokrasi ve devlet) sahip toplumlar meydana getirmişlerdi.
Toplumların Kendi İçinde Bölünmesi
İnsanoğlunun oluşturduğu toplulukların kendi içindeki ilk bölünmesi iş temelinde ortaya çıkmıştı. İhtiyaçlar artıkça, kullanılan teknoloji geliştikçe (artık ne kadar gelişmişse) uzmanlaşma da günden güne artmış ve birbirinden farklı meslek gruplarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu açıdan ilk bölünme evlerde, hane içinde baş göstermişti. Kadın ve erkeklerin yaptıkları işler farklılaşmıştı. Kadınlar daha çok evde, barınaklarının etrafına serpilmiş bahçede ve yerleşim biriminin en yakınındaki (çocukların bakımı ve başka ailevi sorumlulukların belli ve güvenli bir yerde kalmayı zorunlu kılıyordu) tarlalarda iş görürken, erkeklerse güçlerini daha uzaklardaki işlerde, zorlu ve güç açısından dayanıklılığı gerektiren alanlarda (avlanma, balıkçılık, ilkel ticaret, çobanlık, ormancılık ve alet yapımı) yoğunlaşmıştı.
Üretimin ileri aşamalarında (mal fazlasının yaratılabildiği, ürünün depolanabildiği, mübadele yoluyla alış verişin yapılabildiği) toplumsal örgütlenmenin daha üst düzeyde düzenlenmesi ve planlanması zorunlu hale gelmişti. Bunu da doğrudan üretimden muaf tutulan profesyonel bir kesimin yerine getirmesi gerekiyordu.
Toplumdaki ilk nitelikli işbölümü de böylece kafa ile kol emeği olarak ortaya çıkmıştı…
Kafa emeğiyle sivrilen ve toplumda özel bir konuma sahip olan insanlar, çoğunlukla ya savaş komutanları, ya dini-ruhani liderler, ya da belli bazı yeteneklere sahip ustalar ve bürokrasinin çalışanlarıydı…
Bu kesim içinde yer alan bazı meslek grupları ilk devletlerin oluşum sürecinde düşün ve bilim insanı, filozof, sanatçı, dini-ruhani şahsiyetler olarak sivrilmişlerdi. Bunların temel amacı, mevcut toplumsal-devlet örgütlenmesini güvence altına almak ve bununla da kalmayarak geleceğe dair öngörülerde bulunmak suretiyle siyasal örgütlenmenin ve toplumsal düzenlemenin (üretimin, bilimin, bölüşüm ilişkilerinin nasıl olması gerektiğine ilişkin projeler, eğitim, hukuk-yasalar, savaş politikaları, ahlak ve din öğretileri vs.) nasıl olması gerektiğine dair çözümler önermekti.
Bu kesim doğrudan doğruya mevcut devletin ve toplumsal düzenin korunması, tehlikeye sürüklenmeden gelişmesi ve mümkün olduğunca dıştan ve içten herhangi bir saldırıya uğramaması için önlemler almakla görevlidirler.
Muhafazakârlık ve İlericilik Nedir?
Bu kesime yönetici, filozof, eğitmen, bilim insanı, bilge, din adamı, sanatçı, siyasetçi vs. denmekteydi, ama tümüne birden entelejansiya (entelektüel) deniyordu.
Buradan çıkaracağımız birinci ders şudur:
Entelektüellerin ortaya çıkmasının asıl nedeni mevcut devlete, düzene, toplumsal sisteme karşı çıkmak, itiraz etmek, isyan etmek değil, aksine bu kurum ve sistemi muhafaza etmektir, korumaktır.
Toplum ne kadar canlanırsa, devlet ne kadar güçlenirse ve üretim ne kadar bollaşırsa bu kesimin toplum içindeki oranı da o derece büyür; ama devlet içinde sıkıntılar başlar ve mevcut yapı küçülürse, üretim daralırsa ve yaygın yoksulluk baş gösterirse işte o zaman bu kesim de ona orantılı bir şekilde küçülür ve hatta bazen de yok olur…
Bu durumda o devletlerin (örgütlerin veya dini yapıların) varlığı da son bulur…
Şimdi…
Bu aşamada, yani sıkıntıların başladığı, devletin çöküşe doğru ilerlediği, toplumun sefalete ve üretimin de sekteye uğradığı, pazarların işlemediği, geçim sıkıntısının ciddi bir boyuta ulaştığı, toplumdaki suç oranının çok arttığı bir dönemde, söz konusu entelektüel (aydın da diyebiliriz) kesimden bazıları ki bunlar esas olarak hep bir azınlık olmuştur, saf değiştirerek, yani eski muhafaza ettiği konumunu terk ederek yeni çarelerin, siyasi açılımların ve çözüm önerilerinin başına geçerler. Bunlar bundan böyle gelişmekte olan yeni sınıf ve kesimlere önderlik ederler; bilimde yenilikler yaratırlar; yeni felsefi ve sanat akımları yaratırlar ve dolayısıyla yeni bir üretim ve bölüşüm ilişkilerinin kurulmasını sağlarlar.
Bunlar artık muhafazakâr değil, fakat devrimden yana tutum alan entelektüellerdir.
Entelektüeller, kafa emekçilerinin arasından çıktıkları için toplumsal gelişmenin, daha doğrusu sıkıntıların baş gösterdiği anlardan itibaren ikiye bölünürler. Bunların esas yekunu eskinin muhafazası için uğraş vermeye devam eder, ama küçük bir azınlık da yeniliğin başına geçmiş olur.
Bölünmenin nedeni toplumsal-siyasal krizlerdir. Bir kısım (devletten ve yönetici sınıftan nemalananlar) söz konusu krizi aşmak için daha eski ama köhnemiş yöntemleri önerirken, küçük olan ve dolayısıyla devlet ve yönetim organlarıyla bağını koparan kesimse ileri bir hamleyle gelişmenin yönüne işaret ederler.
Anlamamız gereken şudur: her iki kesim de sonuçta entelektüel kesimi oluştururlar. Bunların niteliğini belirleyen şey onların önerdikleri siyasi, kültürel ve felsefi istikamet değildir, fakat onların toplumsal üretim içindeki konum ve işlevleridir. Her ikisi de düşünsel üretimde bulunarak toplumsal birikimin bir kısmına el koymaktadır. Birinin geliri iktidardandır, diğeri de her ne kadar göbek bağını yönetim erbabından kesmiş olsa da, yine de yeteneklerinden (devrimci sanatçı, edebiyatçı, siyasetçi, yazar, bürokrat, eğitmen, düşünür, akademisyen, din adamı vs) dolayı her zaman safına geçtiği yoksul kesimin ortalamasının daha üstünde bir konumda yaşar.
Entelektüel kesimin ortaya çıkışının bütün hikâyesi budur…
Ama bu hikâye bir gerçeği değiştirmez. İster gerici, dinci ve muhafazakâr, isterse akılcı, ilerici ve devrimci olsun hepsinin ortak toplumsal işlevi, niteliği aynıdır; hepsi de toplumsal sistemler kurulsun ve daha iyi yürüsün diye düşünce, siyaset, felsefe ve kültür üretirler…
İlerici ve devrimci bildiğimiz kesimin önerdiği düzen kurulduğu anda bu kez de onlar muhafazakâr ve gerici olacaklardır. Çünkü toplumlar ilerlemeye devam ettikçe eskinin ilericisi bir andan sonra yeninin gericisi ve muhafazakârı olabilmektedir.
Örneğin Cumhuriyet Devrimini ela alalım…
Cumhuriyet devrimi, Türkiye’ye muazzam ve dudak uçuklatıcı yenilikler getirdi ama bir noktadan sonra tutuculaştı ve sonra da toplumda sürekli muhafazakârlaşmayı teşvik etti ve hep gerici-muhafazakâr üreten bir sisteme dönüştü.
Platon’da Akıl ve Sorgulama Var mı?
Şimdi gelgelim kritik soruya: Platon aydın mı?
Bugün hiç kimse, Platon’un aydın olmadığını iddia edenlere bırakalım yanıt vermeyi, suratlarına bile bakmazlar. Dünyada bunu iddia edenlere deli muamelesi bile yapılmaz, çünkü onlar yok hükmünde sayılır…
Fakat… Gel gör ki Platon’un kişiliği, felsefesi ve siyasi görüşleri, bugün ülkemizde pek revaçta olan ve herkesin olur olmaz kullandığı “aydın” kavramıyla hiç mi hiç uyuşmaz. Geçen yazımızda belirtmiştik. Biz kabul etmesek bile bugün aydın denince söz konusu şahıstan mantık ve aklın, sorgulamanın ve ilericiliğin beklendiğini yazmıştık.
Nedir akıl? Bilimsel ve kanıtlanabilen olgulara ve verilere dayanmak…
Nedir sorgulama? Mevcut olana itiraz etme, herkes tarafından kabul edilenin varlığını ve geçerliliğini tartışmaya açma…
Nedir ilericilik? Tıkanmış mevcut sistemi, içinde bulunduğu siyasi, kültürel, ekonomik ve felsefi krizi, halkın büyük çoğunluğunun yararına bir yeni sistemle aşma çabası… Bu çabayı öne çıkarmak ve buna uygun çözüm önerileri sunmaktır.
Görüldüğü gibi bu, sistemli ve kapsamlı bir duruşun ifadesidir.
Şimdi Platon’a dönersek…
Platon ne aklı kutsuyordu, ne ilericiydi ne de sorgulamaktan yanaydı…
MÖ 8. ve 7. yüzyılda Likurgos adında bir bilge, Sparta’nın aristokratlarına kafa tutmuş ve toplumdaki eşitsizliği ortadan kaldırmak için bir dizi devrimci reform ve kurallar hayata geçirmişti… (İlkçağ Ütopyaları adlı çalışmaya bakınız!)
Fakat sonradan Sparta toplumu, Likurgos’un getirdiği yeni kuralları sözüm ona muhafaza etmek için tutuculaşmış ve gericileşmiştir. Bir dönemin ilerici bir kuralı yeni dönemin gerici kuralı olabilir. Tarihte hep böyle olmuştur. Toplumu ilerleten ve devrimcileştiren bir ideoloji, felsefe, dini yapı bir noktadan sonra gericiliğin kalesi olarak işlev görür.
Burada da aynı durumla karşı karşıyayız…
MÖ 5. yüzyılda Sparta gericiliğin, Atina ise her ne kadar köleci sistemden vazgeçmese de tarihsel açıdan demokrasinin ve ilericiliğin merkeziydi.
Sonra Peloponnez Savaşı (431-404)’yla krize giren Atina, savaşın sonunda yıkıma uğramıştı. Savaşı gericiliğin merkezi Sparta kazanmıştı, hatta Atina’da bir süre 30lar aristokrasinin yönetimi tesis edilmişti.
Bu arada Platon’un hocası Sokrates, MÖ 399 yılında tanrılara itaatsizlik ve gençliği yoldan çıkardığı suçlamasıyla idama mahkûm edilmişti.
Sokrates, Atina’nın en gerici felsefi akımın temsilcisiydi. Amacı Batı Anadolu’da boy vermiş materyalist ve atomcu felsefeyi yerle bir etmekti.
Thales, Anaksagoras, Empedokles, Leukippos ve Demokrit’ten oluşan ilerici, akılcı ve maddeci bilim adamlarının ve filozofların en azılı düşmanı Sokrates’ti. Öğrencisi Platon, Alkibidias, Kritias ve Ksnefon ise şaşmadan onu takip ettiler, aynı felsefeyi hayatlarının sonuna kadar yaymaya devam ettiler.
Ateistlikle ve tanrıya itaatsizlikle suçlanan Sokrates, mahkemedeki savunmasında şunları söylüyor:
“Suçladığın kimse sakın Anaksagoras olmasın sevgili Menetos?… Bu suçlamaların Klasomenai’li Anaksagoras’ın kitaplarında bolca bulunduğunu yargıçlar bilmiyor mu? Gençler bunları o [Anaksagoras] varken neden benden öğrensinler ki…”
Platon’sa kurduğu Akademia üzerinden bütün amacının bilimsel verileri öne çıkaran, maddenin ve doğanın belli bir yasasının olduğunu ve doğadaki değişimin ise bu yasalardan kaynaklandığını, bunların deneyle görülebileceğini, akla da uygun olduğunu, bunların arkasında başka herhangi bir gücün, tanrının veya ilahın bulunmadığını vurgulayan doğacı filozoflara, maddeci ve atomcu öğretilere karşı savaş açmıştı.
Hatta bir yazısında, “elimden gelse onların bütün eserlerini, yazıtlarını yıkar, kitaplarını ateşte yakarım” diyordu. (Bu konuda derinleşmek isteyenlere Dünyayı Değiştiren Düşünürler Cilt 1 çalışmamızı öneririz).
Sokrates ve tabii ki öğrenicisi Platon halktan nefret ediyorlardı. Demokrasiyi ise insanın başına gelebilecek en büyük kötülük olarak görüyorlardı. Onlara göre toplumları yöneten ahlaki ilkeler tanrının eseriydi ve bu ahlaki ilkeler ancak soylu bir sınıfın (aristokrat) şahsında vücut bulabilirdi.
Yönetim mümkün olduğunca onlara devredilmeli ve çapulcu sürüsü olarak görülen halk ise siyasi mekanizmalardan uzak tutulmalıydı. Halkın karıştığı siyasi yönetimler sadece küfür (tanrısızlık), karakter ve ahlaki yozlaşma ve kaos getirirdi…
Onlara göre tanrıdan kaynaklanan bir doğal akıl-idea vardı ve bunların sorgulanması mümkün olamazdı. Bunları sorgulamak kimsenin haddine değildi. Sokrates’in “bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” düsturu, bilimsel verilere önem veren, doğanın yasalarının kavranabileceğini ve bilinmez gözüken fenomenlerin gizeminin ve sırrının deneysel gözlemlerle çözümlenebileceğini iddia eden maddeci-atomculara karşı ileri sürülmüş bir düşüncedir. Onlara göre tanrının kelamı sorgu sual kabul etmezdi.
Şimdi yeniden başa döner ve sorarsak, Platon aydın mı?
Evet, Platon düşünce tarihinin, insanlık ve uygarlık serüveninin ortaya çıkardığı en büyük aydınlardan biridir, fakat siyasi ve felsefi olarak da bir o kadar gerici ve muhafazakârdır.
Platon’un önemli bir felsefi akım olan idealizmin soy kütüğünü oluşturması onun büyüklüğünün bir ifadesidir. O dönemin maddeci bilim adamları, yani atomcular insanoğlunun aydınlanmasında önemli bir işlev yerine getirmişlerdi, ama onlar olgulara ve olaylara dar yaklaşıyorlardı. Bundan dolayı da tarihsel gelişmenin ve doğal fenomenlerin bütününü kavramaktan yoksundular. Çünkü zihnin yaratıcılığını, metafiziği (spekülasyonu) önemsemiyorlardı.
Platon söz konusu felsefi darlığa idealist kavramlarla, metafizik ve zihnin yaratıcılığının (her ne kadar bunu tanrıya bağlasa da) önemine yaptığı vurgularla muazzam bir yanıt vermişti. Böylece felsefe tarihinde yeni bir çığır açmıştır.
Düşüncenin nasıl geliştiğine dair bir yazımızda (http://odatv.com/utopyanin-sermaye-birikimiyle-ne-ilgisi-var-1812161200.html) buna dair görüşlerimizi açıklamıştık, bunları tekrar etmeye gerek yoktur.
Kısacası, bilim, felsefe ve sosyolojide kullanılan entelektüel terimi Türkçeye aydın olarak geçmiş, ama biz bu kavramı sadece siyasi ve felsefi olarak “ilerici olanlarla” ki bu bile tartışmalıdır, sınırlamışız. Kanımızca bu yanlış bir yöntemdir.
Aydın kavramı, ister felsefe, isterse düşünce tarihi açısından bakılsın, uygarlık tarihinin belli bir döneminde ortaya çıkmış toplumsal bir katmana verilen sıfattır. Aydınlar esas olarak mevcudu korumak için ortaya çıkmışlardır, ama buna çok küçük bir sayıda insan isyan etmiştir. Fakat bu olgu, her iki kesimin de aydın olduğu gerçeğini gölgeleyemez.
Bunu şimdi İslam tarihine veya Cumhuriyet dönemine aktarırsak; görürüz ki bir Nizamülmülk, bir Gazali, Osmanlı döneminin bütün şeyhülislamları, şairleri, yöneticileri ve tabii ki siyasi olarak Atatürk’le karşı karşıya gelen M. Akif Ersoy da büyük aydınlarımızdandır.
Bu tanım, onlara ilericilik payesi vermek değildir, ama onların düşünsel birikimlerinin ve toplumsal işlevlerinin somut ifadesidir.
Onlar gerici projeler savundukları için de aydındırlar, çünkü ideoloji üretmektedirler.
Şimdilik bu sorunu burada kesmekte yarar var…
Daha etraflıca okumak isteyenlere şu anda 4 cildi yayımlanmış olan aşağıdaki kitaplarımızı tavsiye ediyoruz.
*Bu çalışma ilk olarak 18.03.2017 tarihinde Oda TV’de yayınlanmıştır.