“Fikir, herhalde kendine bir sığınak ararken kurtlanmış olmalı;
madem ki beyinden başka ağırlayan olmamış…”
Cioran
Henüz diğer canlı güdüsü kadarıyla hayata tutunmayı becerebilen bir tür iken bir gün ne olduysa yüzünü göğe çevirdi, bir daha çevirdi; baktı, bir daha baktı… Diğer canlıların görüsü gibi değildi bu. Göksel yağışların tüyünden tenine süzülen hissine kapılmış bir uçucuda merak hissinin öğrenmeye evrilen ve bir korunak bulma edimiyle sonuçlanan bir bakışı; esen rüzgârın sıcak-soğukluğuna göre mekân seçen, güneşin ya da bulutların izdüşümüne verilen bir tepki bakışı da değildi. Gökte bir şeyler vardı kedisini gördürmeye çalışan. Gündüzleri aydınlığına, geceleri yıldızlarının derinliğine daldı bakışları. Ve kendisini sonun başlangıcıyla buluşturacak bir döngüye kaptırıverdi. O andan itibaren güven garantörü olarak yüreğinde besleyeceği ve sözünden hiç çıkmayacağı ilk inanmayı keşfetti: Düşün(ebil)mek.
Sonradan geleceklerin habercisi misali bu ilk inanışının esiri oldu, düşündü, düşündü, durmadan düşündü. Dört loblu bir labirentte kendisini kilitli sanmaktayken, dünyaya dört penceresinden bakmaya yeltenmiş bir tapınak tutsağına dönüştüğünü bilemedi. Her bir penceresinden sayısız duyuyu keşfetti, başını gökten çevirip yere baktı, her pencerenin altında birer kapı gördü. Sırayla dört kapıyı açıp dışarı çıkmaya yeltendi. Ürkütücü dışla temastan kaçındı ilkin, sonra bir içeri bir dışarı tapınak tersanesinin bir kuryesi vazifesine büründü. Benliğine aşılanan bir kanunla dışarı attı kendini anneden üryan bir vaziyette. İçten inanıp dışına sevkine başladığı bir cesaret gösterisinin kıvılcımları savruldu, kendi kendine tekrarladı: “Benim üstün olan ve sizsiniz dışımda durup benim için varol(may)acak olan.” Bu ilk yanılgısı yenilgisinden öte zaferlere kapı araladı ilkin. İlk dinini yaymaya başladı bütün bir yer küreye. Düşünme ritüellerinin ravzasına ermiş ve irşat bileti alnında her bir mürit yalın ayak dünyayı turladı. Kendi gibi düşünenlerle kol kola dağ-bayır, ova-vadi, dere-deniz, okyanus-kutup aştı. Onun gibi edimemeyenlerin kökünü kazıdı. Bir tek kendisi hükümran kalıncaya dek.
Bir bütün kozmosu kıskandıracak zafer sarhoşluğuyla inanmaları virüs gibi çoğaldı. Kendisinden öte bir varlığa ihtiyaç duydu, onu var eden arayış ve serzenişinde debelendi. Açlığından süzülen korkularından tanrılar edindi bir sürü. Tek renk kalmış üstünlüğünden kendi hâkimiyetine eş kılıp layık gördüğü üstün bir tek güç edindi. Gün geldi kendini özledi, dışarıda olanlarda kendi özünü aramaya başladı. Etrafını gözlemledi, olan biteni anlamaya çalıştı. Toprağı, altındakileri ve üstündekileri… Ve sonunda bilim bellediği sonsuz arayışı keşfetti. İlk dini mübini olan düşünceden ideolojiler türetti; üstünlüğüne eş koştuğu kıvranmalarından fikirler türetti. Sonuçta ardısıra birbirinin önüne geçmek için yarışan üç madeni çıkardı içinden: Korkularından teslimiyet, görümlerinden bilim, sevinçlerinden acı…
Her biri el yordamıyla hamdan işlenmiş, teist teslimiyetten din adamı; gök görümlerinden bilimci; anlamsız acı ritüellerinden filozoflar çıktı meydana. Peyrevlerince hepsinin tek adı vardı: Aydın. Korku mahkûmları dizdiler bahçelerine çitler, ördüler bir tek kendilerine cennetler; gözlem görgüsüzleri kısa zamanlı can alıcı eylediler kendi bilimmişliklerini. Filozoflar yalnız yitirildiler, Nuh’u dalgalarla bırakıp yıldızlara yürüdüler.
Ve dalgalardan kurtuluşunun göstergesi kurumuş kıyafetleriyle bir yolcu, asırlar sonra yollardan sapıp dağlara, ormanlara vurdu yüreğini. Zihninin aydınlığından kaçıyordu durmadan, en sonunda bir ağacın kovuğuna saklandı. Gece oldu, zifiri karanlıkta yakalandı zihnine. Ondan kurtulmak istedi; lakin karanlığın kendisi yol gösteriyordu düşmanına. Duraksadı bir an, gökyüzündeki dolunayın aydınlığında aradı teselliyi. Karşı ağacın dalında hayata ve insana dair anlamstral arayış gizinde, babasını yitirmiş bir çocuk hüznüyle başını sağ omzuna dayayarak yeni bir anlama himmet eyleyen baykuşa ilişti gözü. Baykuş, o vaziyette açtı gagasını yumamadı gözünü, sıraladı sözünü: “Aydınların ekseriyeti neden gece karanlığında elinden tuttukları ilhamın kendilerini çıkardıkları gizemli gezintinin sonucunda aydınlık sandıkları bir hakikati keşfe çıkarlar. Bu, sabah seherinin ışığından başlamak suretiyle batışına kadar güneş namlı yıldızımıza ihanet değil mi. Hani biz bir yıldız tozundan müteşekkildik! Mayamızı kendisinden aldığımız ilk atamız güneşe dünyayla el ele verip sırtımızı döndüğümüz yerin karanlığında mı hakikate daha da yakınlaşıyoruz. Hem kim bu linguistik şakayı yaptı bize ve gündüze geceyi, aydınlığa karanlığı zıt eyleyip semiyotik yanılgıyı yarattı. Karanlığında bize görünen hakikat, neden aydınlığı sıla belledi. Yoksa aydının aydan mütevellit tınısının dınısı mıydı onu aydınlığın siluetinin sanrısına kaptıran? Ayın yansımasının zihindeki yanılsaması bile hakikate loş bir geçit açıyorsa; asli menba kendisi olan güneşin neyinden bihaberiz ki göz kamaştırıcı ışığından kaçarak kendimizi bulmaya çalışıyoruz.
İnsanlardan, davranışlarının gördüğünüzdeki yargınıza göre bir sonuca vararak, uzaklaşıp ya da yakınlaşmayın. Vardığınız sonuca götüren ve iyi-kötü görünen her ne ise sizin o güne kadar edindiğiniz bilginin zihninizden gözlerinizle yaydığınız ışığın gösterebildiği kadarıdır. Ya varlığı üstünkörü seçebilecek bir loşluktasınızdır ya da o varlığın atom altı sicimlerini dahi görebilecek bir aydınlığın içindesinizdir.
Etrafınızda duran, dönüp dolaşan, canlı veya cansız her ne var ise, taşıdıkları bilginin enerjisi kadar sizinle iletişim kurabilirler. Bilgi ateşi içinizde yandıktan sonra, verdiği ısı metafizik boyutuyla enerjiye, fizik boyutta ise ışığa veya aydınlığa dönüşerek sizde karşılığınca edimini bulur.
O zaman şöyle diyebiliriz: Herkes ve de her şey, belinde kuşandığı bilginin azlığı-çokluğu niteliğince hareket veya davranış gösterir. İnsanların insana, doğaya ve kendisine bıraktığı bütün davranışlarının sonucu, edindiği bilgisi kadardır. Bilgi benlikten bencilliği temizler; cehalet senlikte sefaleti tembihler. Bilge cehalete panzehir vurur; cahil bilgide zincir durur. O zaman alın kalemi elinize, dikin kitapların sayfalarını gözünüze.
Isısını teninde hissettiğin yıldızın olan Güneş, aydınlığıyla zihninin merkezinde sen algısınca keşfedilmeyi bekliyor. İki yıldız aydınlığının tam ortasındasın, güneş yıldızı vazifesini yerine getiriyor; fakat zihnindeki yıldızın, bencilliğinin eseri bir bilgiden yoksunluğun sonucu olarak ne zamana kadar ışıldamayı bekleyecek. Dün bilgiyle parıldayan zihnî yıldızların yarınısın; sor kendine, acaba geleceğe sen ne olarak varacaksın?”
Kalbinin kuruduğunu, zihninin çürümüş bir cesede dönüştüğünü hissetti. Elde sıfır bir sermayeyle kovulmuşça sığındığı kovuğun, yenik düşmüş et ve kemik yığınına son durak olduğuna şahitlik etti. Karşı daldan duyduğu: “Düşünce, insanı yolundan saptırmadan çok önceleri görülmemiş, duyulmamış yalnızlığına yanıyordu. Ancak insana (b)ulaşınca cisme bürünebilirdi.” sözlerin anlamını anlamaya vakit bulamadan gözlerini giz gidişe açtı.
***
Görsel: Robert Delaunay, Güneş ve Ay, 1912.