İngiltere ve dünya rock tarihinin en güçlü topluluklarından olup, 2019’da Rock and Roll Hall of Fame’e kabul edilerek bu unvanı, pek de ihtiyaç duymadıkları halde, resmileştiren Radiohead’ın ünlü – kimi zaman kötü ünlü – solisti ve müzisyeni Thom Yorke’un üçüncü solo albümü Anima geçtiğimiz hafta yayınlandı. Albüm, bir süredir gizli kodlar ve şifrelerle örülü izler sunan önizlemesinde, yitirilmiş düşleri geri getiren bir rüya kamerası teknolojisine sahip olduğu iddiasıyla yaratılan hayali şirket Anima Technologies ile ilgi uyandırırken, piyasaya çıkışıyla eş zamanlı olarak yayına giren aynı adlı kısa filmle de dikkat çekiyor.
Yakın dönem ABD sinemasının nadide auteurlerinden, Ateşli Geceler, Manolya, Punch-Drunk Love ve Kan Dökülecek gibi kültlerin yanısıra, başta Daydreaming olmak üzere pek çok Radiohead videosunda da imzası bulunanPaul Thomas Anderson’un yönettiği kısa metraj müzikal Anima, Yorke’un albümünden parçalar içermenin ötesinde, sanatçıyı böyle bir albüme iten, hazırlayan sanrıları ve kaygıları içermesi açısından albümün yapım sonrasında gözler önüne serilen bir yapım öncesi kesit izlenimi uyandırıyor.
Sanatçının ve Radiohead’ın alternatif rock geçmişinden daha çok alternatifliği devraldığı gözlenen, Yorke diskografisi açısından yenilikçi sayılabilecek, Anima’da elektronik dokuların yapıbozumcu bir etkiye vardığını söylemek olası. İşitsel kanaldaki yapıbozumun görsel dile aktarımında ise öykü anlatımından ziyade, sessiz sinemayı da çağrıştıran bir sahne sanatları deneyimi sunan film, ağırlık ve çekim merkezine dair ezberlerimize yönelik dokunuşlarla inşa edilmiş zengin koreografiler eşliğinde sözcüğün tam anlamıyla baş döndürücü bir seyre dönüşüyor.
Yorke’un başrolünde yer aldığı, mekânsal ve duygusal geçişkenlik gösteren Anima’nın mesken olarak Çekya ve Fransa’yı seçişi estetik bir doygunluk sağlıyor. Dajana Roncione oyunculuğunda hayli özgün alt ve üst açıların, Damien Jalet imzalı dans ve Tarik Barri dokunuşlu projeksiyonlarda ise zengin geniş açıların, yapay ancak yavan durmayan kontrastlarla donatıldığı film, video sanatına yakınlığı bilinen Anderson’a performans sanatını yönetme noktasında da yetilerini gözler önüne serme imkanı tanıyor.
Bir film olarak Anima’nın belki de bir albüm olarak Anima’nın ötesine geçmeyi sağlayan fiziksel/bedensel tiyatro sunumu, Darius Khondji‘nin gündüzdüşleriyle bezeli görüntü yönetimiyle birleştiğinde, Anderson’un bir müzikalden fazlasını kotarmasını da sağlıyor. Ancak burada serbest – ya da değil – oyuncu salınımlarının Yorke’un anksiyete ve buradan doğan distopya ile etkileşiminin ağırlığı hissediliyor. Analitik psikolojinin kurucusu Carl Jung’un anima ve animus kavramlarına atıfta bulanan başlığıyla albüm/film, Yorke’un rüya saplantıları ile kolektif bilinçaltının dişil ve eril saflarıyla beraber, adeta kaygıyı seyreltmek ve distopyadan çıkmak için ne denli hayati bir ihtiyaç olabileceğini vurguluyor.
Albümden Not The News, Dawn Chorus ve Traffic parçalarını içeren ve bir sanatçının kişisel duygu durumuna dair bir başka sanatçıyla birlikte ortaya koyduğu öz tedavisi şeklinde okunabilecek Anima’nın ilginç sunumu, IMAX’ten sonra Netflix’te tecrübe edilebilir.