Kazım köfte pişiriyordu ve o gün ilk defa… Evet, yıllar sonra ilk defa köftenin kokusunu almaya, soğanın kekreliğini, iri domateslerin ağırlığını, kimyonun enfes kokusunu duymaya başladı.
Sivil polis olarak direnişçilerin arasında bulunuyor ve köfte satıyordu, yine… Bazı pazarlar, eşi ve aile dostlarıyla yapılan mangallarda mangalcı başı olduğu yetmiyormuş gibi, küçüklüğünden beri hayalini kurduğu polisliği de köfteci olarak icra ediyordu.
Elbette böyle olacağını hayal etmemişti. Çocukların düşlerini bulandıran, gerçeklikle bağlarını kopartan o alçak Amerikan filmleri… Yakıcı bakışlarının üzerini örten damla gözlükleri, bedenine sıkı sıkıya yapışan üniforması, siyah botları, belinde taşıdığı silahıyla ağzını yaya yaya konuşan fakat vazifelerinden bir an için ödün vermeyen, cesur, disiplinli ve yakışıklı bir polis olmayı düşlemişti hep. Üzerinde üniforma olmasa, gözündeki gözlükler fazlalık olarak görülse de olurdu. Ama silah? Bir silahı olmalıydı. Elbette bir silahı vardı ancak sekiz yıldır hiç kullanmamıştı bu silahı. Evet, Kazım sekiz yıldır köfte pişiriyor ve ülkenin güvenliğini bu şekilde sağladığını düşünüyordu.
Direniş, durmadan koşuşturan bir çocuk gibi dolanıyordu sokaklarda.
Kazım yorgundu. Günlerdir devam ediyordu gösteriler ve biteceğe de benzemiyordu… Artık milyonların bir ağızdan haykırdığı sloganlardan, söylediği marşlardan, polis müdahalesi olduğu vakit çığırtmalarından yorulmuştu. Sanki bir köprü vardı ortada ve Kazım köprünün hangi tarafında durduğunu bilmiyordu. Yine bir hareketlilik baş göstermeye başlamıştı. Hemen arkasında cılız bir adam:
-Yuh size be! Yuuuuh! Diye bağırdı polislerin olduğu tarafa doğru, ayıp be! Ayıp bu yaptığınız!
Kazım bir an için irkildi. Ancak üzerine alınmıyordu bu sözleri. Oysa alınması gerekirdi: Çünkü kendisi de, şu anda tepkilere, küfürlere maruz kalan meslektaşları kadar suçluydu en az. Hatta onlardan daha da suçluydu belki de; neticede direnişçilerin arasına sızmış bir polisti! Ne var ki artık bir polis olduğunu duyumsamıyordu: bir köfteciydi o! O kadar uzun zamandır köftecilik yapıyordu ki… Artık küfürleri üzerine alınmasına gerek yoktu. En azından, o böyle düşünüyordu…
Sert bir müdahale başlamıştı ve Kazım köfte satmaktan illallah etmişti. Köprünün bir tarafında olmak istiyordu artık. Fakat bunun için, öncelikle şu anda hangi tarafta olduğunu saptaması gerekirdi ve o, sanki köprünün tam ortasında duruyordu. Bunu yavaş yavaş sezinliyordu.
Tuhaf bir şeyler oluyordu memlekette. Sanki çiçekler bir farklı açıyor, ay bir farklı batıyor, insanlar bir ayrı bakıyor ve çocuklar bir başka, bambaşka doğuyordu.
İlk günler göstericilere sinirliydi.
İkinci gün öfkelenmeye başlamıştı.
Üçüncü gün, ne yalan söylemeli… Silahını çıkartıp etrafı taramamak için zor tutmuştu kendini…
Beşinci gün onları kesin olarak tedhişçi olarak görüyordu.
Şimdiyse… Sanki köfte bir farklı kokuyordu: “Baharattan olsa gerek” Diye düşündü…
İnsanlar kaçışmakta, gazın kokusu tüm meydanı boğmaktaydı. Ama Kazım oralı bile değildi… Bakmıyordu çevresine, köftenin üzerinde tüten duman, biber gazının dumanına karışıyordu.
Domatesleri güzelce dilimliyor.
Biberleri ortadan ikiye kesiyor.
Soğanları ekmeğin içine yerleştiriyor.
Tuzu köftenin üzerine şöyle bir serpiştiriyordu.
Cız…! Bız…!
Sanki domatesler, biberler, soğanlar o doğrasın diye varlardı. Kendini köfte pişirmekten, köftenin o mis gibi, ağır kokusunu içine çekmekten alamıyordu. Ama içine çektiği köftenin kokusu gazın kokusuna karışıyor, Kazım bir kez daha arada kalıyordu.
Cız…! Bız…!
Kimsenin köfte aldığı yoktu. Direnişçiler canhıraş bir şekilde kaçışıyorlardı… Ama yine de köfteyi muntazam bir şekilde pişirmeye özen gösteriyordu Kazım. Boğazı yanmaya başlamıştı: İnsan bir türlü alışamıyordu şu merete!
Büyük bir bağırış çağırış… Koşuşturmaca ve gürültü…
Çiçekler büyüyor,
İnsanlar görüyor,
Çocuklar doğuyor,
Ve ay, batıyordu…
Göstericilerin arasından yaşlıca, yürümekte dahi güçlük çeken bir adam polislerden kaçarken bir taşa takıldı, yere düştü… Bir yandan gazın etkisiyle tıkanan nefesini düzlemeye çalışırken, bir yandan doğrulmaya uğraşıyordu… Ama doğrulamıyordu. İki üç kişi güç bela yerden kaldırdılar onu:
-Allah belanızı versin beee!
Kazım’ın gözlerinden bir damla yaş geldi. Yıllar sonra bir ilkti bu. Bir de babasından ilk tokadını yediğinde ağlamıştı.
Tuhaftı… Damla gözlükleri, üniforması, hatta… Hatta silahı bile olmasa olurdu. Ama yıkılacak bir köprünün tam ortasında durmak… Hayır, işte bu delilik olurdu!
Cız…! Bız…!
İri iri damlalar düşüyordu yanaklarına. Ortalığa salınan gaz kapsüllerinin ekşi ağırlığından mı, soğanın keskin kokusundan mı, kim bilir… Bereket, köfteler yavaş yavaş pişiyor, büyük bir çığlık, bir bebeğin doğumunu andıran bir çığlık yankılanıyordu sokaklarda.
Kazım köfte pişiriyordu o gün, ilk defa…
Cız…! Bız…!
***
Fotoğraf: Cem Ersavcı (2013)