Birey ya da Meta Olmak – Melih Öncel

Birey ya da Meta Olmak* 

Sorunların olmadığı bir hayat sadece hayal olabilir her halde. Her bireyin kendi sorunları vardır. Maddi ve manevi, kendi yaşamımıza dair sorunlar. Bireylerin oluşturdukları toplulukların ya da toplumların da kendine özgü sorunları vardır. Ülkelerin de. Açlık, işsizlik, savaş, terör… Özelden genele doğru büyüyen sorunları ve etkiledikleri alanları gözümün önüne getirirken bir kırılma noktası olarak cinsiyetlerinde ayrı sorunları olduğunu görüyorum. Bireysel bir ayrımcılıkla başlayan; ama yüzlerce yıldır birçok hayatı etkilemiş ve sonuçlarının toplumsal olarak hissedildiği ayrımlar. Rahat olan erkek ve baskı altında olan kadının ayrımları.

Geçmişten günümüze uzanan zamanın büyük bir kısmında yeryüzünde ataerkil toplumlar hüküm sürmüş. Hep erkeklerin dediği olmuş ve kadınlar doğdukları andan itibaren başkaları tarafından belirlenen hayatlara sıkıştırılmışlar. 21. yy’da artık bu durumun geride kaldığı söyleniyor. Kadınların günlük yaşamda istedikleri gibi rol aldıklarından bahsediliyor. Bu söylem doğru olabilir; ama ne yazık ki hala coğrafi olarak değişiklik gösteren, eğitim, ekonomik durum, sosyal statü ve yaşam tarzıyla doğrudan bağlı olan bir söylem. Ülkeler arasında ki farklar toplumların gelişim süreçlerinin farklılıkları olarak değerlendirilebilir; fakat bir ülkenin kendi içindeki derin uçurumlar kaygı uyandıran bir manzara sunuyor gözler önüne.

İstanbul, ilk bakışta kadınların özgür yaşadığı, hayallerini kendilerinin belirlediği, çalıştığı bir kent görünümünde. Yine de herkes için böyle değil. İstanbul holding yöneten kadınlara ev sahipliği yaptığı gibi, Güldünya Tören‘e de kucak açıyor. Bitlis’te doğup, kendi ailesinden birinden hamile kaldıktan  sonra İstanbul’a yeni bir hayata kaçan bir kadın Güldünya. Daha sonra İstanbul’da abilerince sokak ortasında kurşunlanan bir kadın. Kadına karşı şiddetin ya da namus cinayetlerinin ne ilk ne de son örneği.

Biz böyle gördük, böyle büyüdük, namusumuzu temizledik, aile kararımızdır söylemleriyle hayatın bir parçası sayılan, feodal toplumun ve İslam dünyasının yaklaşımıyla kadını sadece bir meta olarak gören zihniyetin ürünü olan bu sorun Türkiye’nin hala en acı şekilde kanayan yaralarından biri olarak duruyor. Ağa sisteminin süre gelmesi, içine kapanık bir yaşam ve toplumsal kültürün çoğu zaman şiddet uygulayanın tarafında yer alması bu tip bir yaşam tarzının sürdüğü bölgelerden ve ya topluluklardan başlayan bir değişimin gerçekleşmesini olanaksız kılıyor. Kaldı ki bu sorunu sadece töre cinayetleri diye adlandırmak sorunu sadece doğu ve güneydoğuya tıkmaya çalışmak olur. Bireylerin, ailelerinden ve çevrelerinden aldığı kültür ve mevcut sistemin vermiş olduğu eğitimle şekillendiğini düşünürsek; devletin sorunları bir bölgeye sıkıştırmak yerine bu konuda daha etkili adımlar atması gerekmektedir. Fakat günümüzde bile hala 640 bin kız çocuğunun zorunlu olan temel eğitimden mahrum bırakıldığı gerçeği ise durumu daha da karamsar bir hale getirmektedir.

Sokaklarımızdan, bizi yöneten meclise kadar ataerkil düzenin hissedildiği ülkemizde kadınlar için bir şeyler yapmaya hevesli olup olmadığımız bile belli değil. 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanır. Tüm dünyada, kadın oldukları için sömürülen, çalıştırılan ve kullanılan kadınların seslerini çıkartma günüdür. Türkiye’de böyle bir amaçla kutlanmamasının yanında sadece adet yerini bulsun diye ithal edilmiş gibi duruyor yaşantımızda. Bir yanda burjuva kesiminin tüketici kadınları, diğer yanda sadece kapanmayı düşünen yeşil renkte bir sermayenin ürünü özgür kadınlar varken ne yazık ki sadece bir gün için dile gelecek kadınların gerçek sorunları. Aile için şiddete maruz kalan, ezilen, sadece cinsel bir sömürü aracı olarak görünen, erkek oldukları için her şeye hakkı olan egoların, kirlenmiş olarak gördükleri şereflerini temizleme aracı olarak öldürülen kadınlar olmaya devam edecek çevremizde…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2008

Bunu paylaş: