İlki 1969 yılında yapılsa da ilerleyen dönemlerde çeşitli nedenlerle ara verilen, bu yüzden çok kurumsallaşmayan ama yine de belli bir düzeye ulaşan, ulusal sinemamızın önemli etkinliklerinden Altın Koza Film Festivali’nin yirmi yedincisi, 14-20 Eylül tarihleri arasında düzenlendi.
Festival kapsamında bu yıla özel olarak yarışma filmlerinin İKSV aracılığı ile “sınırlı sayıda” kişinin online ortamda izlemesine imkan tanındı ki önemlidir.
Altın Koza’da yarışmaya değer bulunan on filme geçmeden, ulusal yarışma jürisine ilişkin birkaç şey söylemek gerekirse, bu yılki festivaller içerisinde üyelerinin duruma uygunluğu açısından en öne çıkan grup, şekil itibari ile de olsa, Altın Koza’nınki idi diye düşündüğümü belirtmek isterim.
Başkanı Füsun Demirel olan jüride yazar Ayfer Tunç, oyuncu Damla Sönmez, yönetmen Seren Yüce, müzisyen Can Atilla, görüntü yönetmeni Feza Çaldıran ve sinema yazarı Sevin Okyay vardı.
Televizyonda her kanala iş yapabilen, sinemada ise arkasına BKM’yi alarak yoluna devam etme becerisine sahip Gülse Birsel’i; her filmi ne hikmetse Antalya’da teveccüh gören yönetmen Kıvanç Sezer’i; Cumhuriyet gazetesinin liberal kültür sanat komiseri olan ve Sorosçu Osman Kavala’yı politik düzlemde eleştirenlere bile hakaret eden Zeynep Oral’ı; her nasılsa ama isabetle araya karışmış oyuncu Taner Birsel’i; Çukur’dan yeni çıkmış Ercan Kesal’ın başkanlığında bir araya getiren müstakbel Altın Portakal’ınkinden çok daha liyakatli kabul edilmeli bence yukarıdaki jüri. Bir sanat olarak sinemanın tüm unsurları hakkında yetiye sahip birer temsilciyi içeriyor en azından.
Tabii bu söylediğim, jüri üyelerinin ve onları belirleyenlerin eleştiriden muaf olmalarını gerektirmiyor. Sevin Okyay örneğin, Ahmet Gürata ve Mehmet Açar ile birlikte 57. Altın Portakal’da yarışacak 12 filmi belirleyen ön seçici kurul üyesiyken; bu zorlu görevin hemen ardından Adana’ya, bu kez ödül dağıtmaya koşup kendini yormasına pek de lüzum yoktu diye düşünüyorum. Festivalin Menderes Samancılar’ın başkanlık ettiği yönetim kurulu da böyle düşünseydi keşke.
Geçtiğimiz yılki Altın Portakal’da, seksenlerde Ahmet Altan’la beraber sola sövme geleneğini başlatan, küfür romancısı Latife Tekin’in jüri üyesi olmasının; Türk edebiyatını tüketen Can Yayınları’nın artık film festivallerinde de bir loca, koltuk edinmesi anlamına geldiğini yazmıştım. Üzülerek ama biraz da ironik olarak yaptığım tespit, Altın Koza’da Ayfer Tunç’un adını görünce doğrulanmış oldu. Bunu da not edeyim. -Kendisi, çağdaş edebiyatımızın en önemli yazarlarındandır ve ben de her çalışmasını ilgiyle izliyorum, bu ayrı.
Altın Koza’da yarışan on film vardı ve bunların yedisi oldukça yorgundu. Filmlerin ikisi, Bilmemek ve Topal Şükran’ın Maceraları, bir yıl içerisinde dördüncü kez yarıştılar örneğin. Nasipse Adayız, Plaza, Körleşme, Ceviz Ağacı ve Kuyudaki Taş da başka festivallerden geldiler. Adana’da gösterilen üç yeni film vardı yalnızca ki bunlar Yeniden Leyla, Ben Bir Denizim ve Mavzer’di.
Bu noktada, yani her festivalde aynı filmlerin yarışması konusunda da bir paranteze ihtiyaç var. Altın Portakal Film Festivali’nin yönetmeliğinde bu yıl yapılan yeni düzenleme ile yarışmaya katılım şartlarına “ilk gösterim” de eklendi. Bu, filmin paketinin Antalya’da açılması anlamına geliyor. Bazı sinemacılar bu duruma itiraz ettiler ama festivalin yönetmeni Ahmet Boyacıoğlu, eleştirileri “Her yıl 200’e yakın uzun metrajlı filmin üretildiği bir ülkede aynı filmlerin bütün festivalleri dolaşmasının kimseye faydası yok.” diyerek yanıtladı.
Şimdi Boyacıoğlu’na, filmi Nasipse Adayız, İstanbul ve Adana’da yarışan Ercan Kesal’ın aynı süreçte Antalya’da jüri başkanı yapılmasının veya yine Boyacıoğlu’nun yönetmen olduğu geçen seneki festivalde Bozkır adlı filme daha fazla ödül verilebilmesi için yönetmeliğin ayaküstü değiştirilmesinin kime ne faydası vardı, diye sorulabilir ama geçelim.
Aslında Altın Portakal gibi diğer festivallerin yönetmeliklerinde de bazı bağlayıcı şartlar var. Örneğin İstanbul ve Altın Koza Film Festivali’nde, başka yarışmalara katılan filmler seçkiye alınabiliyor ama bu filmler eğer o festivallerde en iyi film ödülünü kazanmışlarsa başvuru reddediliyor. Bu sayede veya bu yüzden de en iyi film seçilmemek kaydıyla filmler yarışma yarışma gezebiliyor.
Burada da işte ön seçici kurul denilen oluşumun veya festivalin genel kültürel ve politik yöneliminin önemi ortaya çıkıyor. Bence, yönetmelikte böyle bir madde olmasa da özellikle genç ve bağımsız sinemacıların önünü açmak için yarışma seçkilerini çeşitlendirmek, önceliği yeni filmlere vermek gerekiyor. Altın Koza’ya bu sene tam 40 film başvurdu örneğin. Bu kadar ilgi gören bir festival neden sadece üç yeni filmle ulusal yarışma düzenler ki? Jüri üyelerini; kendi filmlerini beğenenleri sinemadan anlayan, beğenmeyenleri sinemadan anlamayan olarak tasnif eden Onur Ünlü’nün filmi burada da yarışmasa Altın Koza ne kaybederdi?
Cevabını elbette bildiğimiz sorular bunlar ama kaydetmekte ve ek olarak şunu da belirmekte fayda var: Bir filmin, ülkemizde CHP’li belediyelerin ve sivil toplumcu, sol liberal paradigmayla teşkil edilmiş çeşitli oluşumların düzenlediği festivallerde yarışabilmesi için sadece iyi olması yetmez. O filmin yönetmeninin katıldığı bütün etkinliklerde Türk sineması yerine Türkiye sineması demesi, bunu da yüksek sesle ve özgüvenle yapması gerekir mesela.
Yarışma yapımlarına dönersek… Leyla İpekçi’nin ülkemizde egzajere edildikçe sıradanlaşan eşcinsel ve mülteci duyarlılığı ile teşkil edilen Bilmemek ve Onur Ünlü’nün kişisel fantezilerinden oluşan Topal Şükran’ın Maceraları filmleri bir kenarda dursun; özellikle yeni yönetmenlerin çalışmalarının birkaçına değinmemiz gerekirse, söze maalesef ortada pek de iyi bir durumun olmadığını vurgulayarak başlayabiliriz.
Anıl Gelberi’nin ilk filmi Plaza… İstanbul’a gelip güvenlik görevlisi olarak çalışmaya başlayan, ataması yapılmayan öğretmen, 29 yaşındaki bir karakterin; yirmi dokuz katlı boş, bomboş bir plazada görevlendirilmesinin ardından başından geçenleri konu ediyor. Ancak filmin elle tutulur bir öyküsü bulunmuyor. İşsiz öğretmenlerin durumu, tekdüze iş yaşamının bunaltıcılığı, toplumsal yozlaşma, aşkın metalaştırılması… gibi başlıklara değinilecekmiş gibi düşündürse de hiçbirine tam anlamı ile odaklanamayan Plaza, epeyce dağınık bir yapım olarak görünüyor.
Yedi sekiz aya varan bir zaman diliminde geçen filmde başkarakterin fiziksel olarak hiç değişmemesi, olayların sebep sonuç ilişkisinden yoksunluğu bir yana, yapım ve yönetim anlamında ciddi bir “masraftan kaçma” çabası göze çarpıyor. Bununla ilgili çok örnek verilebilir ama on metrekare bir odada üç dört alçak tahta masa, tavana asılan iki disko topu ile kotarılmaya çalışılmış pavyon sahnelerini anmak yeterli. İzleyicinin fark etmeyeceğini var sayarak YouTube’dan “Hakan Taşıyan Doktor Karaoke” videosu eşliğinde boğazı yırtılan bir genç kızdan pavyon şarkıcısı yaratma çabaları, akıllara seza deyiminin sözlük karşılığı oluyor.
Faysal Soysal’ın ikinci filmi Ceviz Ağacı… Bunu elbette ki hiç kimse dile getirmeyecek, yazmayacak biliyorum; senarist-yönetmen Soysal, filmin hikâyesini oluştururken Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak adlı oyununun temel izleğinden yola çıkıyor, anlatısının başkarakterinin ruh hali ve eylemlerini o yapıttan devşiriyor. Bununla birlikte kendisi ile yapılan görüşmelerde bunu asla dile getirmiyor ve de sık sık Oğuz Atay’a, Hasan Ali Toptaş’a atıfta bulunuyor. Filmi kurtarmak için de genç yönetmenlerin başrolü Serdar Orçin’e verme taktiğiyle birlikte düşününce, yönetmen, Türkiye’deki festivallerde ödül alma diyalektiğini iyi analiz etmişe benziyor. Bunlarsa toplamda filme sanatsal düzlemde hiçbir değer katmıyor.
Nasipse Adayız… Film, oyunculuk ve senaristliğini “çevre”de geçiren Ercan Kesal’ın, Ay Yapım’ın da desteğiyle yönetmenliğini “merkez”e taşıdığının ve bundan böyle burada kalacağının işaretlerini sunmaktan başka seyirciye bir şey vaat etmiyor.
Umut Evirgen’in yazıp yönettiği Ben Bir Denizim… Son birkaç yılda sayıları artan ama hepsi doğal olarak Ahlat Ağacı’nın gölgesinde kalmaya mahkum başarısız baba oğul hikayelerinin arasında yerini alıyor. Serkan Keskin’i öne süren, böylece filminin zayıflığını gidereceğini düşünen Evirgen’in ilk denemesi, hiç bitmeyen kamera titretmeli çekimleri nedeniyle seyirciye ciddi bir baş dönmesi hediye ediyor.
Son olarak, kazananlar bahsine gelince; yarışmanın zayıf halkası, uzun metrajlı bir belgesel olan Kuyudaki Taş ve de Körleşme filmi dışında, diğer tüm yapımlar çeşitli başlıklarda ödülle taltif edildi Altın Koza’da. Jüri büyük bir orta yolculukla herkesi sevindirdi yani. En iyi film, en iyi senaryo, en iyi yönetmen ve Yılmaz Güney özel ödülü gibi büyük ödüller ise, elbette şaşırtıcı değil, Bilmemek ve Nasipse Adayız, Leyla İpekçi ve Ercan Kesal arasında paylaştırıldı.
Birbirilerinin yerine kullanıyoruz ama festival ve yarışma aslında iki ayrı başlık olarak ele alınmayı gerektiriyor. Çünkü ülkemizdeki tüm festivaller maalesef yarışmadan fazlasını içermiyor. Yarışma ise ödül, yani para anlamına geliyor. Tam da burada sormak gerekiyor: Seyirci ile buluşmanın yollarını aramak yerine filmlerini bir yıl içerisinde iki, üç, dört yarışma gezdiren yönetmenler ve onlara sepet sepet ödül dağıtanlar için festivaller acaba ne ifade ediyor?
Sinemamızın hiçbir ciddi sorununun yıl içinde konuşulup tartışılmadığı, salonların yüzde sekseninin AVM’lerde bulunması ve bunların mülkiyetinin de sadece iki üç tekelci şirkete ait olmasının dert edilmediği bir ortamda festivallerin tek işlevi düğün pilavıyla dost gönüllemek oluyor. Herkesin herkesi tanıdığı, aynı kişilerin aynı filmlerinin yarıştırıldığı, bugün yarışmacı olanın yarın jüri üyesi olacağı, başıma bir iş gelmesin denilerek itirazların yutulduğu bir festival ortamı Türk sinemasına hiçbir şey katmıyor.
Özetlemeye çalıştığım durumdan pek çok çıkarım yapılabilir ancak bir tanesini not etmekle yetineyim. Yukarıda da satır aralarında değindim, ülkemizde festivallerde ödül almanın bazı formülleri var. Bunalım, bireysellik, üst-orta sınıfların yaşam tarzları, farklı cinsel yönelimler, etnik ve dinsel farklılıklar gibi konulara eğilmek bunların başat olanı. Bu sebeple artık birilerinin de bilete ek patlamış mısır parasından ne kadar pay alacağı üzerinden hırgür çıkaran ticari sinemacılara ve de ana akımın dışında olduğunu söyleyip kendi lobilerini tesis edenlere aynı anda ve yüksek sesle eleştiri üretmek cesaretini göstermesi gerekiyor.
Mesela festivallerin ön seçici kurullarının filtresine takılan, toplumsal-politik içerikli filmlerin yönetmenleri, neden böyle bir tartışmanın başlatıcısı olmuyor?