Giovanni Scognamillo, 1970 tarihli Umut filminin, Türk Sinematek Derneği’nin Mis Sokak’taki salonunda yapılan ilk gösteriminin ardından, Lütfi Ö. Akad’ın Yılmaz Güney’i kucakladığını ve bu filmin sinemamızın ilk gerçekçi yapıtı olduğunu söylediğini aktarır. (Hakkı Başgüney, Türk Sinematek Derneği-Türkiye’de Sinema ve Politik Tartışma, Libra Kitap, 2009) Tüm önemli Türk sinema tarihi çalışmalarında da aynı tez ileri sürülür. Film, hem Yılmaz Güney hem de ülke sineması ve sinemacıları için bir milattır. Yönetmen Erden Kıral, bir röportajında, kendisi gibi yetmişli yıllarda sinemaya giren yönetmenlerin, Umut’taki faytondan indiğini dile getirir.
1958 yılında senarist, yönetmen yardımcısı ve oyuncu olarak sinemaya adım atan Güney’in dördüncü döneminin ilk filmidir Umut. “Güzel kadınların ve yakışıklı erkeklerin dünyası”nda, Atıf Yılmaz’ın teşviki ile bir “çirkin” olarak yer bulabilmiş, “kavgalı dövüşlü” filmleriyle Anadolu’nın ezilmiş halkının sevgisini kazanmış ama bunu sürdürmek de istememiştir Yılmaz Güney. O, başka bir sinemanın mümkünlüğüne inanmakta, altmışlı yılların sonunda Akad’la çıktığı yolculuğu daha da anlamlı kılmakta kararlıdır. 1971 tarihli iki film, Acı ve Ağıt da, 12 Mart’tan önce, bu çabanın son örnekleridir.
1965 sonrasında ivmelenen işçi ve gençlik hareketlerinin öncülerine ve aydınlara yönelen şiddetten Güney de payına düşeni alır. THKP-C savaşçılarına yardım ettiği gerekçesiyle tutuklanır ve 1974’teki affa kadar, iki buçuk yılını, Selimiye Kışlası, Bayrampaşa ve Toptaşı Cezaevleri’nde geçirir. Ancak Yılmaz Güney, kendisiyle bir hesaplaşmaya girmesini ve geçmişini, kişiliğini, yaşam tarzını, politik tavrını sorgulamasını sağladığı için, bu tutsaklığı felaket değil fırsat olarak değerlendirir. Bir kitabında bunu şu cümlelerle anlatır: “Burjuva dünyasının pislikleri içinde, sübjektivizmin batağında eriyen bir insandım. İmdadıma 12 Mart yetişti.” (Hücrem, Everest Yayınları, 2020)
Aynı yerde, o güne kadarki yaşamını şöyle özetler: “Düşündüklerimle yaptıklarım arasında büyük çelişkiler vardı. Yoksul halkımızdan söz ediyor, onun mutluluğu için elimden gelen her şeyi yapacağıma inanıyordum. Fakat pis bir burjuva gibi yaşıyordum ve çevremi saran pisliği yırtacak gücü bulamıyordum. Bataklığın ortasındaydım, kıpırdadıkça batıyordum. Gece gündüz içki içiyordum, kumar oynuyordum.” Bu tespit ve özeleştiri süreci, hapisten çıkmasının ardından yazdığı, yönettiği, oynadığı Arkadaş (1974) filmine doğrudan yansıyacaktır Güney’in.
Arkadaş’ın önemi sadece bundan değil, aynı zamanda Yılmaz Güney’in 1970 sonrasındaki sinemacılığında bir iç kırılma yaratmasındandır. Artık Güney, gerçekliği olanca çıplaklığıyla resmetmekle kalmayacak, seyircisine seçenek de sunacaktır.
Bu filmin tamamlanmasının ardından bu kez Endişe’nin çekimleri için Adana’ya giden Yılmaz Güney’in tekrar hapse girmesine neden olacak hadisenin yaşanması ise elbette sanatçının kendisi kadar sinemamız için de talihsizliktir. Güney, hapishanede yazmaya devam edecek ama 1984’e kadar film yönetemeyecektir.
“Halkın sanatçısı” olabilmek için “halkın savaşçısı” da olmak gerektiğini söyleyen Yılmaz Güney; sosyalist devrimi sadece özel mülkiyetin kaldırılmasıyla sınırlamanın yanlış olacağını belirtir ve emperyalizme bağımlı egemen sınıfların etkilerinin topyekûn ve geri dönüşsüz biçimde yok edilebilmesi için, mücadeleyi “onların ideoloji, siyaset ve kültürlerine karşı, toplumsal alışkanlık ve eğilimlerine karşı, yaşama biçimlerine karşı, onları anımsatan, onları hortlatabilecek bütün kurum ve düşüncelerine karşı, durdurulmaksızın, hiç aksatmadan yürütülen” çalışmalarla genişletmeyi amaçlar. İşte bu amacın ve (varsa eğer) devrimci sinemamızın ilk ürünü olan Arkadaş, Yılmaz Güney’in kendisini yeniden var etmesini sağlayan düşüncelerinin temize çekildiği, iki buçuk yıllık o içsel sorgulamanın herkese lazım olduğu iddiasını içeren ideolojik-politik bir filmdir. Ortada bir hesap ve bu hesabı soracaklar, ayrıca bu hesabın sorulacağı kişiler ve onların temsil ettiği bir sistem vardır. Herkesin arkadaşı olan Âzem’in, eski dostu Cemil’i ziyaret için misafir olacağı yazlık belde, artık bir savaş alanıdır.
Ayşe Koncavar, her şeyden önce “gerçek” bir film olduğunu vurguladığı Arkadaş’a ilişkin şunları yazar: “Kıyıkent tatil sitesinde yaşanmış bir yazdır… Ama Güney’in acımasız gözlemi sürer, çekici, mutlu gözüken bu mavi yaşamın ardındaki griler, karalar ortaya çıkar; sahtelik, amaçsızlık, anlamsızlık, yozlaşma ve çöküş belirtileri birbirini izler. Güney, ‘İşte budur sizin burjuvaziniz’ der.” (Türk Siyasal Sineması 1960-1990, Urzeni Yayınevi, 2020)
Film, o dönemin devrimci aydınlarınca oldukça beğenilir. Turhan Feyizoğlu’nun aktarımına göre; Ankara Sinematek Derneği’nin 3 Ocak 1975’te, Alman Kültür Derneği’nde düzenlediği açık oturumda, Onat Kutlar ve Uğur Mumcu, Arkadaş’ın “Türk sinemasında bir aşama olduğunu, Yılmaz Güney’in, toplumun bir kesimini ele alarak burjuva ahlakını eleştirdiğini belirtmişler ve bu gibi çabaların devrimci kesimlerce desteklenmesi gerektiğini savunmuşlardır.” (Yılmaz Güney: Bir Çirkin Kral, Ozan Yayıncılık, 2003)
Yılmaz Güney’in, bu filminde, kendi mitosunu başka bir şekilde yeniden ürettiğini, filmde slogancılık yapıldığını söyleyenler de vardır. Ancak hiç kimse, o dönem, bu “burjuva ahlakı” konusunu tartışma etmemiştir. Bunu şunun için söyledim: Bugünün sosyalistleri ki aslında hepsini değil “yeni tip solcu”ları kastediyorum, Arkadaş’ı izlediğinde asla olumlu bir şey görmez, göremez, görmüyor. “Eleştiri”lerini buradan teşkil ediyor.
Klasik devrimci-sosyalist militan figürünün; 12 Eylül yıkımı, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve çürümüş Avrupa solunun zırvalarının etkisi ile zihinsel, psikolojik, teorik, politik ve ideolojik olarak mutasyona uğraması sonucu ortaya çıkan, bir nevi karaktersizlik timsali olan ve de eli kalem tutan bu “yeni tip solcu”lar; Arkadaş’ta devrimci fetişizmi yapıldığını, kadınların aşağılandığını, insanların yatak odalarının tartışmaya açıldığını, erkek egemen bakış açısının yeniden üretildiğini yazıyorlar.
Hikâyesi itibariyle filmde, “Karısı güzel olanlara karımı öptürüyorum, ben de onların karılarını öpüyorum. Nasıl iyi mi?” diyerek “espri” yapan “pezevenk” Cemil ve başka erkeklerle sadece keyif için sevişen Necibe karakterlerine yöneltilen eleştiriden rahatsız olmalarının nedeni ne olabilir bu kimselerin?
Bence; 1968’de Paris’ten esen erotizm rüzgârlarıyla elli yıl gecikmeli olarak başları dönen “yeni tip solcu”ların sorunu, düzene sundukları itirazların sadece söylem düzleminde kalması, eleştirdikleri sistemden ideolojik olarak kopmaya niyetlerinin bulunmamasıdır. Çünkü ve aynı zamanda, “yeni tip solcu”nun sözlüğünde artık devrim değil demokrasi, sınıf değil kimlik, halk değil birey vardır. İçlerine Baskın Oran kaçmış bu zavallılar, burjuvazinin yoz kültürünü özgürlük zannederek bütün devrimci değerleri hoyratça tüketiyorlar. Bu yüzden de kadın, kadın-erkek eşitliği, kadınların özgürlüğü dendiği zaman akıllarına sadece cinsellik, seks geliyor; dinci yobazlarla fazlaca benzeşiyorlar.
Yılmaz Güney, filminde, burjuva toplum ve aile düzeninde, kadınların ve erkeklerin çıkarları için ne kadar sefilleşebileceğini gösteriyor, insanların cinsel aktivitelerine ilişkin bir şey söylemiyor. Ortadaki ikiyüzlülüğü afişe ediyor. Ama “yeni tip solcu” buradan “geri kafalılık” çıkarıyor.
Özetle, burjuvazinin ahlakını sorgulamaktan imtina ettikleri, hatta ve dahası olumladıkları için Arkadaş’ı benimseyemeyenler, yine Yılmaz Güney’in kaleme aldığı, Bilge Olgaç’ın yönettiği Bir Gün Mutlaka’yı da (1975), Yavuz Özkan’ın Demir Yol’unu da (1979) sevmezler. Bunlarda da çünkü kan emici patronların emekçi kadınlara nasıl musallat olduğunu işleyen hikâyecikler vardır. Düşman (1980) filmini izleseler hele, sanırım saçlarını başlarını yolarlar.
“Yeni tip solcu”ların anlamsız lafızlarını bir yana bırakırsak peki, Arkadaş filmi bize ne anlatır; Âzem karakteri bize ne söyler?
2005’te kaybettiğimiz “şair ceketli çocuk” Kazım Koyuncu’nun da yıllar sonra söylediğini elbette: “Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için sana kimse puan yazmaz tabii; ama anlarlar. Orada birisi farklı yürüyordur.”
Âzem, köy kökenli bir küçük burjuva devrimcisidir. İdeal, eksiksiz bir karakter değildir. Ama çabalıyor; düzene teslim olmamak, politik düşüncelerini yaşamı ve eylemleri ile içselleştirmek ve temellendirmek istiyordur. Yaz sıcağı altında, havuz başında ceketle gezmesi, tabanca taşıması biraz tuhaftır, evet. Ama işçilere bir damlacık da olsa bilinç aktarmaya çalışması, eski arkadaşını çirkeften kurtarmak için ona ısrarla el uzatması ve genç bir kızın zaaflarından yararlanmaması o tuhaflığı görünmez kılar. Halil’ler kendi kaderlerini kendileri belirlemek üzere sahneye çıktıklarında Âzem gereksizleşecektir zaten. Âzem’i önemli kılan, onun her söylediğinin ve yaptığının doğru olması değil, devrime ve sosyalizme bütün kalbi ve ruhuyla bağlanmasıdır.
Yılmaz Güney Endişe’yi bitirip İstanbul’a döndüğünde, Arkadaş’ın galası yapılacaktır. Dönemez. Onsuz düzenlenen etkinlikte konuşurken gözyaşlarını tutamayan Atilla Dorsay, 100 Yılın 100 Türk Filmi kitabındaki ilgili makalesinde şunları yazar: “Arkadaş, duyarlı bir sanatçının benimsediği ideolojiye ve onun çerçevesinde tarihin diyalektik akışına adanan özel bir filmdir. O diyalektik düşünce, o ideoloji ve o sinema geleneği günümüzde çok yara almış, hatta tüketime, zevke ve yüzeyselliğe tapar hale gelmiş çağdaş dünyamızdan silinip gitmiş gözükebilir. Ama tarihin çok uzun soluğu içinde yeniden canlanabilir de.” (Remzi Kitabevi, 2013)
Evet, bence de hem o ideoloji hem o sinema geleneği, dünyada ve Türkiye’de çok yara aldı. Zira bunlar birbiriyle fazlasıyla ilintili. Nasıl ki bugün ülkemizde zaten yok hükmünde bulunan sol, kimlikçi radikal demokratlara, yeni toplumsal hareketçi bir grup orta yolcuya kaldıysa, alternatif olduğu iddia edilen sinema da sivil toplumcu ezberlerle film çeken yönetmenlere ve onlara sepet sepet ödül dağıtan başıbozuk, her taşın altından çıkan lobici figürlere kaldı. Sinema da çünkü diğer sanatlar gibi toplumsal-politik süreçlerin dışında değildir. Arkadaş mı; bugün o süreçlerin ezilenler açısından seyrini belirleyecek siyasal ve sanatsal mücadelenin bir parçası olmak isteyenlere, kırk altı yıl öncesinden bir hediyedir.
Ve son, inanıyorum: Tarihin çok uzun soluğu içinde, o tokadın hesabını bir gün mutlaka soracağız; mutlaka, bir gün!