Ananem olan tombul kadın çok güzel inek resimleri çizermiş de benim haberim yok! Bir gün ansızın öz kızından duyunca epey alındım. Annem, ölüm döşeğine benzeyen hastane yatağının camından dışarı bakarken mırıldandı. “Küçükken oyuncaklarım kuru yapraklar, kabuklardı. Hatırlıyorum da, o kuru yapraklar benim tencerelerim olurdu, topraktan yemekler pişirirdim, cevizlerin kabuklarına koyardım. Böyle böyle kuru dallarla karıştırırdım yemeklerimi.” Annem avucunu açmış hayalin de hayali olan yemeğini karıştırıyordu. Kafası da epey karışıktı. İlaçlardan, ağrıdan, sızıdan kaçmak için çocukluğuna gitmiş, dönmek bilmiyordu. Manzaramız hastanenin bol ağaçlı avlusuna bakıyor diye ha bire dallı yapraklı çocukluk anılarını anlatıp duruyordu. Hiçbirini unutmak istemiyordum o anıların. Ölecek gidecek yanı başımda diye korkuyordum. “Anneannen çok güzel inek resimleri çizerdi” dedi bir gün. Gözü yaşlı, kederli halimden sıyrıldım. “Haydi oradan! Ben neden bilmiyorum bunu?” Açıkçası kendinden emin bir hali vardı, kafası karışık diye uydurmuş olamazdı. Ve anneannemin bu özelliğini o güne dek bilmediğime epey bozuldum.
Demek öyle Aliye! Hani sen her şeyini bana anlatırdın?
Şimdi avlunun manzarasına dalıp, çocukluk anılarına dönme sırası bendeydi.
Banyodan çıkmış saçlarını örüyordu iki yandan. Neredeyse hepsi beyazdı ve çoğu da dökülmüştü. Serçe parmağım kalınlığında iki örgüyü en uzun birkaç saç teline gelene dek örüp başının arkasında birbirine bağladı. Tülbendini de kafasına tek hamlede geçirdi. “Oh be rahatladım! Memelerim bu kadar sarkmasa ekşi ekşi kokmam da, hemen ekşiyiveriyorum artık be yavrim.” Banyo sırası bendeydi. Bacaklarımda ve koltuk altlarımda uzayıp giden tüyler, annemin ilgisi ve kontrolü dışında kalmış olmalıydı. “Bunları niye uzatıyon, kışın üşümeyem diye mi?” Utancımı gizlemek için hemen atıldım; “aman anneanne yaa! Ne bileyim ben… Unutmuşum, kalmışlar öyle…”
Banyo faslı bitince mayalanmış hamuru açmaya giriştik. Yuvarlak yer sofrasının altına unlu, mavi, solgun, lekeli, delikli örtüyü de serdik. Biraz un serpip, aldı eline oklavasını. Hikâyeler başlamak üzereydi. Önce bir iki türkü mırıldandı. “Ardaaa boylarındaa kırmızııığ irik…” Köydeki anılara yolculuk türküsü… Anlatsana anneanne diyorum, n’apardın köyde?
“Ah be yavrim ne yapem köyde ben, ha bire uğraşıp dururdum anca. İneklerimiz vardı, kuzularımız vardı, süt sağardık, hamur açardık, hiç işimiz bitmezdi ki. Bir tane ineğim vardı, Sarıkız, pek severdim onu. Nasıl tombul bir inekti, memeleri süt doluydu… Ah canım Sarıkız’ım, hasta hasta gönderdim onu çobanla. Onu bekledim de bütün gün yaptığım işten de bişicik anlamadım. Akşam çobana sorduydum hani nerde Sarıkız? Sarıkız yok, Aliye tiyze, gelemedi, öldü yolda. Ah benim güzel kızım, Sarıkız’ım. Bakışından anlamıştım, gönderme beni Aliye, gönderme beni Aliye, hastayım ben dediydi.”
Gözleri yaşardı mı ben de durduk yere hüzünlenirdim. Hâlbuki söylememiş bana bir de o ineklerin resimlerini yaptığını! Köpeklerini anlat sen ya, kaç taneydiler?
“İki köpeğim vardı ay nasıl nasıl akıllılardı! Bi’ defasında dışarda bırakmışım kirli tencereleri de başında sabaha kadar durmuşlar yavrim, sabaha kadar! Namaza kalktım bi’ de ne görem! Patileri tencerelerin üstünde ayakta bekliyorlar beni! Kimse almasın yimekleri diye! Hey gidi Kocabaş, ihtiyarladıydı iyice, o da ölüverdi sonradan… Eh kim doğarsa doğsun, toprak olup gider be yavrim.”
Bazen annesini hatırlardı aniden. Durduk yere anne hatırlayıp, cümlenin ortasından, alakalı alakasız bahsetmek bize ondan geçti herhalde… Yüzünde bir tebessüm, ağzını şapırdatırdı, kolları da ha babam hamur açardı. Bir yumruk hamur topağı incecik kâğıda dönerdi. Romanya’nın bir köyünde yaşarlarmış. O zaman Bulgaristan’daymış bu yer. İki ülkenin ucunda yemyeşil bir köy… Kazları varmış, o kazların yağlarından yapılan yimekler ne tatlı olurmuş aman ne tatlı olurmuş. Kaz eti uzun uzun pişermiş, kaz yağında patates yemiş miyim ben hiç? Yok, yememişim ne bilecekmişim kazı, annesinin pişirdiği patatesleri ben?
Akşam namazından sonra kurbanımızı parçalayacaktık daha. Mutfakta pişmiş böreğin kokusu kan kokusuna karışacaktı. Kilerdeki kocaman kütüğün üzerinde… Kütüğü verandaya, kuzuyu da kütüğün üzerine koyacaktık. Bir haftadır baktığımız, türküler söylediğimiz, kafasını okşadığımız, Arda Boyları’nı ezberlettiğimiz kuzumuzu… Sonra da oturup yiyecektik onu. Zorla ağzıma tıkılmış bir lokma haşlama kuzumu bütün akşam çiğneyecektim. Bir türlü boğazımdan aşağı inmeyecekti işte! Dişlerimin arasına takılıp kalacaktı canım kuzum. Gece vakti sobanın küllerini eşelerken onu izleyecektim. Her yaptığı bir ilginç, bir güzeldi bu anneannemin benim. Sonra çıtır çıtır sobanın başında patik örecekti. Yarın tek bir Ender marka şokomelayla bizi ziyaret edecek olan Sadife teyzenin gelininden almıştı örneğini. Sadife teyze kocaman siyah çarşafıyla ağır ağır bahçeden geçip, salonun en ılık köşesinde uyuklayacaktı. Onun da çiçek dolu harika bir bahçesi vardı. Bir defasında görüp çok şaşırmıştım. “Aman be yavrim sobada ısınmaya geliyor Sadife tiyzen. Bari ikicik getirsene sen torunuma benim şekerlerinden!”
İnanın şimdi otursam başına hayatta o patikler nasıl örülüyor öğrenemem. Üç değil, dört değil altı tane tığ birbirine dolanır, aynı anda örülürdü. Üzerinde kirazlar, yapraklar, el ele tutuşmuş kadın figürleri, çiçekler olurdu. Herkesin ördüğü patik farklıydı, anneannem ve arkadaş çevresi arasında bir rekabet de söz konusuydu. Falancanın patikleri pek kolaydı, ağızları dardı, altları aşınıyordu da, filancanınkilerin örgüsü tok toktu, modeli de zordu. Bende kalan çeyiz patikleri en kıymetlileriydi. Mutlaka beyaz üzerine tek farklı renkle yapılırdı, modeli hepsinden daha zordu. Kirazlı bir çift patik dünyayı gezdi haberi yok. Üniversite yıllarımda Nika isimli bir Japon arkadaşım vardı. O kızı nedense çok sevmiştim, aynı dili doğru düzgün konuşmaktan acizdik. Doğum gününde ona bir çift patik hediye ettim. Bu patikler anneannemden bana hediye dedim, en sevdiğim kadının mirası. Birisi senin olsun. Ve patikleri ona takdim ederken adeta bir seremoni yaptık. Sarıldık ve ağladık. Kirazlar şimdi Japonya’da, belki kiraz çiçeklerinin arasında, belki dünyanın bir başka ucunda.
Her ziyaretim sanki son görüşmemiz gibi gelirdi. Bahçesinde çiçeklerini sularken, teker teker hal hatır sorarken onlara, her bir sahneyi aklımın en kalıcı köşesine resmetmeye çalışırdım. Baklava açarken, saçlarını örerken, yemek yaparken de öyle. Bir gün sahiden son görüşümmüş, çiçekli eteğini, bozarık tülbendini, kocaman sarkık memelerini göremedim bir daha. Cevizli baklavasının tadını ne unutabildim ne de bir daha öylesini bulup da yiyebildim. Memelerinin ekşiliği, mayalı hamuruna, tülbendinin Arap sabununa karışırdı. Biraz soba kömürü, biraz sabun, biraz ekşimiş hamur kokardı anneannem. En güzel kokulardan daha da güzel… Ne zaman özlesem, bahçesinde, duvarın kenarında açan lalelerin önünde oturduğumuzu hayal ediyorum. Saçlarını örüyor, patiklerini örüyor, hamurunu açıyor ve ben durup izliyorum. İçim huzur ve özlemle doluyor.
Ondan bana kalan tek hatıra, tığları birbirine dolayarak yaptığı karmaşık patikleri. Bir çifti yastığımın altında durur. Kirazlı, yapraklı, güllü, dallı bu patikler, hiç gitmediğim bir köyün hikâyesine gizlenmiş desenlerdir. Tatmadığım yemeklerin, tanışmadığım hayvanların, görmediğim resimlerin, yaşamadığım anıların neşesi ve hüznü var içlerinde. Bir parçası dünyanın başka yerinde, her parçası benimle, ben de toprak olana dek benimle kalacak.
“A be uşağım, öleyazdım bugün bahçeyi sulaycam diye! …Niye gömülmek istemiycekmişim? Gömsünler de beni toprağa can katayım. Böcekler, solucanlar yisin, aman be yavrim, gömülmeyip de ne yapacakmışım ben?”
***
Görsel: Kiraz Çiçekleri (2008), Yönetmen – Doris Dörrie