Kar Altında Ateş: İran Sinemasında Kadın – Sabire Soytok

Kar Altında Ateş: İran Sinemasında Kadın* 

ÖZET

1980’lerin sonlarından başlayarak dünya sinemasının saygın festivallerinde adından sıkça bahsettiren İran sineması, periyodik olarak gelişmesini sürdürmeye devam ediyor. Özellikle 80’lerin ortalarından, 90’ların sonlarına kadar, çocuk kahramanlarla anlattıkları öykülerle, sinemalarına yeni bir anlayış getirmiş, sansürü kırarak sistem eleştirisi yapmayı başarmışlardır. İran Sinemasının yeniden oluşumunda, Cumhurbaşkanı Hatemi’nin, aydınların, sinema yapımcılarının ve seyircilerin payı büyük olmuştur. 1997 yılında Hatemi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesi, sinema alanında da kendini hissettirir. Sansür kurulunun senaryoları denetleme işlevinin, Hatemi’nin emriyle kaldırılması; sinemada daha gerçekçi ve özgün konular işlenmesine olanak sağlar. İran’ da Hatemi rejiminin değişim rüzgârları, sadece sinemayla sınırlı kalmaz ve ülkenin her kesiminde etkili olur. Özellikle Kadını devrimden sonra kamusal alandan çıkarmaya çalışılan yönetimin, reformcu yenilikleri sayesinde kadınlar, bugün günlük yaşamda, yeniden konumlanmaya başlamıştır. Şeriat kanunlarının işlediği ülkelerinde kadınlar, kendilerini geri püskürten rejime karşı, her alanda etkin bir konum üstlenmeyi başardılar. Özellikle sinema alanında, adını yurt dışında duyurmayı başaran azımsanmayacak sayıda kadın yönetmen yetiştirdiler. İran sinemasında hem kadın yönetmenler döneminin başlaması, hem de kadın konulu filmlerin artması; Hatemi rejiminin reformcu değişimlerinin somut örnekleri olarak İran sineması tarihinde yer alacaktır.

Yeni İran sinemasının yönetmenleri, 1990’ ların sonlarından başlayarak günümüze kadar çekilen filmlerinde kadını, odak noktaya yerleştirilerek, toplumsal hayat ve kadının konumunu tartışmakta ve sistem eleştirisi yapmayı başarıyla sürdürmektedirler.

Giriş

1979 yılında, İslam Cumhuriyetine geçen İran, toplumsal ve kültürel alanda kısa sayılabilecek bir sürede toplanmayı başarmış ve 1980’lerin sonlarından itibaren, dünya sinemasında önemli bir yere sahip olmuştur. Oysa  devrim sonrasında İran’ da koşulların belirsizliği yüzünden bir şey yapılamıyordu. İslam cumhuriyeti, bir yandan siyasal yapılanmasını oluşturmaya çalışırken, bir  yandan da tam olarak kavramlaştıramadığı İslami değerleri, kültür alanına yaymaya çalışıyordu. Tüm bunların yanı sıra bir de Irak’la başlayan savaş devreye girince, ülkede durum, iyice karmaşık bir hal aldı. Belirsiz ekonomik ve politik koşullarda film yapmak da oldukça zordu. Ama her şeye rağmen devrim sonrasında, şeriatla yönetilen bir ülkenin sineması, kısa bir sürede, kuşku yaratacak kadar ilgiyi toplamayı başarmış, yaşayan, tartışan, tartıştıran bir sinema olmuştur. Bu başarının ardında, büyük bir mücadelenin, azmin ve geleneklerin yattığını söylemek mümkün. İran sinemasını daha iyi anlayabilmek için devrimden sonra katetilen aşamaları bilmek önemlidir. Bu sinema olayını, sadece bir kişiye ya da olaya bağlamak oldukça zordur. İran sineması, kendi koşulları içinde ve yine kendi yöntemleriyle geliştirdikleri özgün bir sinema anlayışa sahiptir.

Yeni İran Sinemasının Gelişimi

Şah döneminde batılılaştıkları bahanesi ile birçok yönetmen hapis cezasına çarptırıldı, filmleri sansürlendi ya da hiç gösterime girmedi. Daha da önemlisi bazıları idam edildi. Bu dönemde sinema her türlü fuhuş ve bataklığın merkezi olarak görüldü. Sinema salonu sahipleri bile, uyuşturucu kaçakçılığı ve fuhuş ticareti yapmakla suçlandılar. Yapımcılar ve film göstericilerin yaptığı sınırlı değişiklikleri yeterli bulmayan hükümet, filmlerin çekilme ve gösterilme iznini de kendi yetki alanına aldı. Örneğin, 1979 yılında gözden geçirilen 2000 filmden sadece, 200 tanesi gösterilme izni alabildi. Devrimin ilk yıllarında sinema, eğlence değil, propaganda aracı olarak hizmet verdi. Sadece İslami devrimi öven yönetmenlere çalışma izni verildi. İran Sinemasında devrim öncesinde ve sonrasında sinema yakmaya kadar gidebilen sansür, yaratıcılığın önünde de en büyük engeldi. Yakılan sinemaların enkazlarının korunması; yönetmenler, yapımcılar, oyuncular ve seyirciler üzerinde önemli bir baskı unsuruydu. Ancak, gösteri sanatlarının İran kültüründeki kökleri, taziye gibi bir oyun türünün halk içindeki yaygınlığı sayesinde, ulemanın onayını da alan sinemanın, gelişimini kolaylaştırdı. Tüm bu karmaşa ortamı, sinemanın yeniden yapılanmasına yardımcı oldu ve kültürel ortamda halkcılık, ahlakçılık, tek tanrıcılık, arınma, politik ve ekonomik bağımsızlık gibi birçok kavramı kapsayan yeni bir sinema anlayışı doğdu. Bu anlayış çerçevesinde gelişen İran sineması, bu günlerine gelebilmek için, oldukça zor birçok mücadele verdi. Bu mücadelelerin başında; sansür, islami değerler, teknik eksiklikler ve en önemlisi de kamuoyunun negatif bakışıydı.

İran Sineması’nda sansür kurulu, İslam Orientasyonu ve Kültür  Bakanlığına bağlı bir komiteden oluşur. Bu komite, filmin senaryosunu, oyuncularını ve teknik ekibi inceledikten sonra filmin gösterime izin verir ya da vermez. Bazen de kontrollerini daha sıkı yaparak, filmin çekildiği mekânlara giderlerdi. ( Malcy,1995,83) Sansürün teknik yapısına ilişkin bu katı kurallar islama, görüntüler yoluyla zarar verilmesini önlemek amacını taşıyordu. Toplumsal    ve dinsel yargılara ters düşen en küçük detaylar bile atlanmaksızın sansüre takılır, kadının saçının tek bir telinin bile görünmesi filmin, yönetmenin, oyuncunun, yapımcının geleceğini tehlikeye sokan katı yaptırımların devreye girmesine neden olurdu. “Bazı sahnelerde bir kadınla bir erkek birbirine yaklaşıp ellerini uzatıyorlar, bir sonraki sahnede ise uslu uslu yan yana oturuyorlar veya âşıklar yatak odasına giriyor ve hemen arkasından bahçede dolaştıkları görülüyor…” (Bahman,1988, 173) Daha fazlasına asla izin verilmez. Devrimin ilk yıllarında hükümet ajanları, seti basıp, filmlerin islami ahlaka uygunluğunu kontrol eder, hatta karı koca rolündeki kadın ve erkek oyuncular, çekim süresince evlenip, sonra boşanırdı.

Bu “çok katı ve çağdışı kurallardan bıkan yönetmenler çekimlerini bazen başka ülkelerde gerçekleştirmeyi tercih” (Kalary,1995,493) etti. Birçok yönetmen, sansürü aşabilmek için Hindistan, Pakistan ve Türkiye’de film çekme yollarına gitti. Bu durumdan rahatsızlık duyan aydınlar ise, öncelikle B tipi Türk, Hint ve Japon filmlerinin emperyalist ve anti devrimci olduklarını ileri sürerek yasaklanmasında etkin oldular. 1981 yılında Sinema Sahipleri Derneği ve film yapımcıları halka ve hükümete açık mektup göndererek, sinemanın bu kötü gidişatının düzelmesiyle ilgili önerilerde bulundular. Bu önerilerin başında, devrimin hala filmlerde yer almadığı vurgulanıp, bu durumun Şah zamanındaki gibi bir tür bağımlılık olduğunu belirtip, hükümetin acil önlemler alması geliyordu. “1983’te, yeni bir sinema idealiyle işe başlayan Farabi Enstitüsü, farsi film ile entelektüel sinema arasında duran bir sinemayı kendine hedef seçti.”(Sönmez,2000) Farabi Enstitüsü, geçmiş dönemin sinemacılarından farklı, yeni bir sinemacılar topluluğu oluşturmak için, sinema okulları açtı, kurslar düzenledi, seminerler yaptı, sinema dergileri yayınladı. 1980’lerin sonuna doğru Muhammed Hatemi’nin Kültür Bakanı olup, “sinema cami değildir,    gericilikle ve cehaletle savaşalım”(Aufderheide,1995,3) demeçleriyle birlikte, Yeni İran Sinemasının önündeki engeller yavaş da olsa kalkmaya başladı. Yönetmenler uzlaşmacı filmler yaparak, halkın anlayabileceği özel kodlar  kullanarak seyirciye ulaşmayı denedi. Zaman zaman her iki yolu da kullanan yönetmenler, İran’da sinemanın önünü açmayı ve sansürü aşıp seyircisine ulaşmayı başardı. Farabi Enstitüsü, sadece ülke içinde değil ülke dışında da İran sinemasının varlığını duyurmak amacıyla, ilk yapımlarıyla yurtdışına açılmayı denedi ama politik engellerle karşılaştı. Batı dünyasında önceleri, İran gibi müslüman bir ülkenin sineması, şüpheyle karşılandı. Farabi Enstitüsü festivallere ısrarla film göndermeye devam etti ve,1985’te Emir Nadiri’nin Koşucu filmi, Nantes Film Festivali’nde büyük ödülü kazandı. Ödül, sinema dünyasında olduğu kadar, İran’da da büyük bir şaşkınlıkla karşılandı. Bu film sayesinde, İran sinemasının diğer örnekleri de merakla beklenir oldu. 1990’lı yıllarda İran sineması, birçok uluslararası festivalin resmi konuğu olmayı başardı.

Tüm bu olumlu gelişmeler sonucunda ulema, sinemayla barışırken, daha önce sinemayı bir fesat kaynağı olarak gören dindarlar, sinemaya gitmeye başladılar. Sinema oyunculuğu yeniden, saygın bir meslek oldu. Devlet sinemacılara maddi destek sağlamakla birlikte, denetleme hakkına da sahipti. 1998’e kadar senaryoların bir kurul tarafından onaylanması, Hatemi’nin cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra kaldırdı, uzun yıllar gösterim izni alamayan filmlere de, böylece gösterim olanağı sağlandı.

Yeni İran sineması yönetmenleri, oldukça küçük bütçeli filmlerinde, amatör oyuncular, doğal mekânlar kullandılar. Bu filmlerin konuları çok sade ve günlük yaşamdan seçilmedir. Yaşarken gözden kolaylıkla kaçırabileceğimiz, sıradan görünen olaylar, durumlar, insanlar, yalın bir dille aktarılır. Filmlerde sıkça rastlanan; diretmeler, arayışlar, temponun düşüklüğü, aksiyonun, şiddet ve  seks öğelerinin bulunmaması, Hollywood yapımlarına alışık seyirci için sıkıcı unsurlardır. İran sineması, insana yönelmiş ve yabancılaşma içerisinde atladığımız küçük ayrıntıları vererek, bizi kendi doğamıza yaklaştırmayı deniyordu. Yeni İran sinemasının, Hollywood’un unutturmaya çalıştığı bu insani duyguları hatırlatması, batıda büyük bir coşkuyla karşılandı. Yeni İran sinemasının başarılı olmasının nedenlerinden biri de, yaşamın içinden görüntüleri, dolaşırken saptıyormuş gibi görülen kameraları, belgesel ve kurmacanın ustalıkla birleştirildiği anlatım tarzlarında gizlidir. Uzun çekimleri, profesyonel olmayan oyuncuların, genellikle kendilerini oynadıkları oyunculuk anlayışlarıyla, biraz yeni gerçekçi, biraz yeni dalga özelliklerini, kendi kültürel birikimleriyle ustaca birleştirmeyi başarmasından gelmektedir. Yeni İran Sineması, islam cumhuriyeti’nin toplumsal yaşamda kurban ettiği, kadınları ve çocukları konu edinerek, kurban eden sistemi eleştirmeyi başarmıştır. İran sinemasında artık, İntihar, psikolojik sorunlar, boşanma, poligami, kısırlık, işsizlik, ergen olmak, sosyal eşitsizlik, uyuşturucu kullanımı, koca dayağı, çocuk istismarı ve fahişelik konu olarak işlenebilmektedir. Son dönem İran Sinemasında dikkat çeken başka bir özellik de, kadın yönetmenlerin, kadının toplumdaki yerini tartışan filmler yapmalarına ve buna paralel olarak, kadın oyuncuların sinemada artmasına tanık oluyoruz.

Bugün İran’da sinema, geleneksel ve dini değerlerine bağlı olan İranlılar için, gelenekle modernliğin buluştuğu ve tartışıldığı bir sanat. Kadının kamusal alandaki yerinden, İslam dininin sorgulanmasına varıncaya kadar bir dizi kurum ve kavramın tartışıldığı, zengin bir alan. Sansürü aşabilmek için oluşturulan gizli anlamların varlığı, seyirciden; nesnelere, renklere, mekânlara anlam yüklemesi yapmasını talep ediyor. Kısacası, seyircisinden talepleri olan bir sinema. Yorum yapan, tepki gösteren, toplumsal yaşamı değerlendiren seyirciye ihtiyacı var.

Tüm bunların sonunda, yeni İran sineması, her konunun tartışıldığı bir ülkenin, nasıl göründüğünü göstermeyi amaçlıyor.

İran Toplumunda Kadının Konumu

İran toplumu 1979 yılından beri, gerici olarak niteleyebileceğimiz bir rejimin yönetimindedir. Bu rejimde demokratik hak ve özgürlükler son derece kısıtlı yaşanmaktadır. Kamusal hayat, İslam dininin kuralları çerçevesinde oluşturulmuştur. Bu toplumda en büyük baskıyı da kadınlar yaşamaktadır.

Oysa İran’ da “nüfusun çoğunluğu 1998’de 24 yaşından küçüktür ve Şah dönemini yaşmamıştır… Kentli ve eğitimli bir toplumdur.” (Khosrokhavar&Roy,2000,95) Ama aynı zamanda kadınlarına; boşanma hakkı tanımayan, sokakta iyi örtünmedikleri ya da kocaları veya akrabaları olmayan erkeklerle konuştukları için, dini polisler tarafından sokak ortasında dövülen, ya da kocasının izni olmadan seyahat ettikleri gerekçesiyle cezalandıran ya da kadını zina yapması durumunda recm uygulayan bir toplumdur. Kadınların bu kadar büyük bir toplumsal baskı altında olmaları, intihar olaylarının kadınlar arasında daha fazla olmasıyla kendini dışavurur. “Kadınların intihar olayları toplumda büyük yankı uyandırıyor… 1988 yılındaki intihar olaylarının % 69’u kadın intiharlarıdır…1993 yılında Horasan eyaletinde gerçekleşen 3600 intiharın 2500’u kadındır. (Khosrokhavar&Roy, 2000,62)

Cumhurbaşkanı seçilmesinde en büyük desteği aldığı kadınları, seçildikten sonra da unutmayan Hatemi, şeriat kurallarıyla yönettiği ülkesinde toplumsal yaşamdan dışlanan kadının itibarını yeniden kazandırmak için uğraş verdi. “Bu uğraşın sonucunda bugün, günlük yaşamda kadın, yeniden konumlanmaya başlamıştır.”(Khosrokhavar&Roy,2000,167)     Öte     yanda,     erkek     egemen toplumda, kendi taleplerinin meşruluğuna inanan kadınların yönetiminde güçlü bir feminist harekettin varlığı da görünmektedir. “İran’da kadın eşitlik hareketi Ortadoğu bölgesindeki en ilerici ve en güçlü hareketlerden biridir. Bu hareket ne İslam’ın ne de İran İslami rejiminin reforme edilmesini istememektedir. Bu hareket ve İran’da ayağa kalkmış kadınlar, dinin yaşamlarına müdahalesinin  sona ermesini istemektedirler.”(Ahadi,2003) İran’daki kadınların hayatı, kontrolün, bürokrasinin ve eşitsizliklerin toplamıdır. Durumlarının bilincinde olan kadınlar, sürekli hükümetten istekleri olan, hakları için mücadele eden, kaderlerine boyun eğmeyen, devrimci ruhla sürekli savaşan, toplumun en homojen kesimini oluştururlar. İranlı kadın; üzerine atılmış karın altında, ateş gibi yanmaktadır. “İranlı feministler gerçek bir kamuoyu oluşturma seferberliği içindedir. Modern İran’ da kadınlar, birçok erkeklerle birlikte, günlük yaşamda karşılaştıkları sorunların tamamen bilincindedirler. (Khosrokhavar&Roy, 2000,162) “Kadınlar özellikle medeni kanun önünde eşitsizlik yüzünden  seferber olmuşlardır; evlilik (Çok eşlilik serbestir), boşanma (erkek karısını hiçbir gerekçe göstermeden boşayabilir oysa kadın yasaların açıkça belirlediği kusurları kanıtlamak zorundadır, sözgelimi evle ilgili gerekli harcamaları karşılamama durumu), çocukların bakımı, miras ve tanıklık(her iki durumdada kadının değeri erkeğin yarı değerine eşittir). Ceza bağlamında da eşitsizlik söz konusudur; erkek kadını öldürürse, kurbanın ailesi kısas yasasının uygulanması için erkeğin ailesine önce kan bedelinin yarısını ödemek zorundadır… Kadınlar 8 yaşında, erkek çocuklar ise 13 yaşında ergin sayılmasına karşın, kadına sürekli ergin olmayan kişi muamelesi yapılır… Buna bir de medeni haklar eşitsizliği eklenir; kadınlar bazı görevlere gelmez (yargıçlık, cumhurbaşkanlığı, rehberlik vb.)(Khosrokhavar&Roy, 2000,158) Kadın hakları savunucusu Şirin Abadi, yıllardır kadının durumunu belirleyen yasalardaki tutarsızlığı ve belirsizliği göstermeye çalışan, İran’nın ilk kadın yargıçıdır ve mevcut sistem tarafından, yargıçlığı elinden alınmıştır. Bugün, Tahran üniversitesinde mücadelesine  devam eden, aydın bir İranlı kadındır. Onun en büyük mücadelesi, kadın haklarının korunması ve kollanması olmuştur. Çünkü İslam cumhuriyetinde, “siyasal erginlik yaşı hukuksal erginlikten farklıdır. Bir kadın kimi zaman bir erkeğe eş değerdir (oy verme konusunda) kimi zaman ise değeri erkeğin yarısı kadardır (miras ve tanıklık), bununla birlikte cezai sorumluluğu daha küçük yaşlarda başlar, ama her şeye rağmen yaşamı boyunca ergin kabul edilmez… Abadi, ‘islam, üniter, tutarlı ve homojendir. Yasalar da çelişkiler olmasının nedeni İslam değil, İslam adına ataerkil ayrıcalıklarını sürdürmek isteyen insanlardır’demektedir.( Khosrokhavar&Roy,159) Geçtiğimiz yıl Ebadi’ye Nobel Barış Ödülünün verilmesi, birçok cephede tartışma yaratmaya yetti. Bu ödülün “Şirin Ebadi’nin kendisiyle ilgili olmaktan çok  Avrupa’daki hükümetlerin İran’daki politik gelişmelere dair politik tutumlarıyla ilgili” (İran Komünist-İşçi Partisi, 2003) olduğu görüşünde olanlar ile Şirin Ebadi  “İran İslam Cumhuriyeti’nin misojinisine rağmen hayatta kalmayı başarabilmiştir ve aynı zamanda İslami yasalar çerçevesinde olduğu halde çocuk ve kadın hakları konusunda reformlar sağlamaya çalışma” (İran Komünist-İşçiPartisi,2003) larını yıllardır, başarıyla yapmasını övgüyle karşılayanlar bile, bu ödülün siyasal mesajının; Batı devletlerinin, islami rejimin devam etmesinin onayı olarak yorumladılar. İranlı kadınlar için dünya kamuoyunu oluşturabilecek bu çok önemli olayı, siyasal malzemeye dönüştürdüler.

İran Sinemasında Kadının Konumu

Devrim sonrası oluşmaya başlayan Yeni İran Sineması’nda, kadını konu alan filmlerin, sansüre takılması korkusu, kadını toplumsal yaşamda yok sayan anlayışın sinemada da benimsenmesine neden olmuştu. Hatemi’nin Cumhurbaşkanlığına gelmesiyle, özgürlük dalgasını arkasına alan  yönetmenler, konusu kadın olan filmler yapmaya başladılar. (Panahi’nin Daire, Bani- Etemad’ın Mavi Yaşmaklı ve Mayıs Kadını vb.) Hatemi’nin Cumhurbaşkanlığından önce çekilen filmlerde, İran’lı kadın, iffetli,  tanrı korkusu olan, çocuklarının eğitiminden sorumlu, ev kadını ve anne olarak çizilmiştir. İran sinemasında kadının, meta ya da cinsel obje olarak kullanılmazı söz konusu değildir. Filmlerde kadın oyuncuların makyajlı olmaları ve yakın çekimde gösterilmeleri, konuşmaları, öpüşmeleri, yasaktır. Oysa erkek  oyuncular için her şeye izin vardır. Bu durum karşısında yönetmenlerin kadın oyuncularla, kadını konu alan film çekmek istememeleri anlaşılır bir durumdur.

1990’lı yılların başında, özellikle kadın konusunu gerçekçi boyutlarda anlatamayacakları için birçok yönetmen, çocuk kahramanlara yönelmişlerdi. Çocukların hayata ön yargısız ve naif bakışları, politik bir figür olmamaları, seyirciyi soru sormaya yöneltmesi açısından önemli bir unsurdu. Bu filmlerde, İran’ı bir de çocuk gözüyle görebilme ve sorgulayabilme imkânı sunuldu. Bu yöntemle yönetmenler, sansür kurallarına takılmadan, toplumsal eleştiri yapabildirler. Samira Makhmalbaf’ın Elma, Kiarostami’ nin Arkadaşım Evi Nerede?, Ev Ödevi, Ve Hayat Devam Ediyor, Panahi’ nin, Ayna filmleri bu dönemin en iyi örneklerini oluşturur. Yeni İran sinemasının kurucu olarak kabul edilen Kiarostami: “Son 20 yıldır İran sinemasında ailenin, kadının sorunlarını anlatan kadın erkek ilişkilerini gösteren filmler yapmanın imkânı yok. Çünkü İslami baskı nedeniyle kadınla erkeğin sevişmelerini göstermek olanaksız. Erkek kadına dokunamıyor bile, birbirini seven iki insan birbirine dokunmaz mı? Kadını mahremiyetinde bile türbansız, başörtüsüz göstermek mümkün değil. Sabah, bir kadın yatağında uyanıyor, çarşaflı… Böyle şey olur mu? Ben bu yüzden kadın erkek öykülerini anlatmıyorum.”(Dorsay, 1999) demektedir.

Toplumsal hayattaki değişimleri bir yansıtıcı gibi sinemalarını aktarmayı  başaran İranlı yönetmenler, rejimin ve sansürün yumuşamasının sonucunda özellikle 1990’ların sonundan itibaren, sinemalarında tabu olan, kadın olgusunu tüm gerçekliğiyle işlenmeye başladılar. Samira Makhmalbaf’ın Elma’sı ve Marziyeh      Meshkini’nin      Kadın       Olduğum       Gün       filmiyle birlikte, Jafar Panahi’nin Daire’si, İranlı kadınların günlük hayatlarında yaşadıkları kısıtlamalar üzerinde odaklanan, polemiğe saplanmadan, hangi sınıftan olurlarsa olsunlar bütün kadınların sistem tarafından ezildiği bir kültürü inceliyor.

Toplumdaki radikal değişimlerin sonuçlarını sinemasına aktarmayı başaran Yeni İran sinemasının kurucusu olarak kabul edilen Kiarostomi’nin de, bu yeni eğilime kendini kaptırdığını görüyoruz. On filmiyle ilk kez kahramanını kadın yapan sanatçı, kadını filmlerine gerçekçi olarak almayı, ancak 2002’de başarabildi. Kiarostami’nin sinema yapmaya 70’ lerde başladığı düşünülürse, İran’daki insan hakları konusundaki ilerlemesinin ya da kadının “yasallaşarak”,(S.B) toplumsal hayata dâhil olma sürecinin ne kadar zor olduğunu da görmek mümkün. Ancak her türlü zorluğa karşın, İran sinemasında, yeni bir güç oluşmaya başladı. İran sinemasında azımsanmayacak sayıda kadın yönetmen, tarzlarıyla gelişmekte olan kadın filmleri olayını, varlıklarıyla da desteklerler.

İran’lı Kadın Yönetmenler

İranlı kadın sanatçılar bu gün, kendilerini toplumsal yaşamın her alanından geri püskürtmeye çalışan islami rejime rağmen, özellikle sinema alanında etkin bir  rol almışlardır. Kadınların kamera önünde görünmelinin yarattığı problemlerin varlığı, kadınları sinema okullarına gitmeye ve sinemaya kameranın arkasından katkıda  bulunmaya  iten  bir  güç  oldu.  İran  sinemasında  bugün,  birçok kadın yönetmenin varlığından sözedilebilir ve adını yurt dışında duyurmayı başaran azımsanmayacak sayıda kadın yönetmen yetiştirmeyi başaran ender ülkeler arasında yer alır. Rahşan Beni- Etemad, Tahmineh Milani, Samira Makbalbaf, Merziyeh Meşkini, Meryem Şahriyar, gibi önemli yönetmenler filmlerinde; toplumsal yaşamlarında ekonomik ve siyasal açıdan kuşatılmış kadınların öykülerini, gerçekçi ve içten bir bakışla anlatmayı başardılar. Samira Makbalbaf’ın, Cannes’ da ödül alan Elma filmini seyrettikten sonra bir eleştirmenin haklı olarak sorduğu “İran nasıl bir ülke? 12 yaşındaki kızların evlere hapsedildiği mi, yoksa 18 yaşındaki kızların film yaptıkları bir yer mi? Sorusunu cevapsız bırakmıştır.”( Wrıght,2001,171) İran, bir yandan islamın katı kurallarını toplumsal yaşamda, özellikle kadınlar üzerinde hissettirirken, diğer yandan da ortadoğunun en iyi kadın örgütlerine sahip, dinamik bir ülke resmi çizmektedir.

Kadını kamusal alandan dışlamaya çalışan zihniyete karşılık, toplumda ilerici bir rol üstlenen İranlı kadın yönetmenler, İran’da kadın olmanın zorlukların bilincinde, gerçekçi filmler yapmışlardır. Ancak İran gibi bir ülkede, birçok zorluğu göze alarak film yapmaya devam etmekteler. Örneğin, İran’ın feminist kadın yönetmenlerinden Tahmineh Milani, son filmi Saklı Yarı’(2000) nın gösterime sokulmasıyla İslam Devrim Mahkemesi tarafından, sanatı kötüye kullanmak ve Tanrıya karşı savaşa girişmiş olanları desteklediği gerekçeleri ile tutuklanır. Eğer suçlu bulunsaydı ölüm cezası alacaktı. İranlı kadınların dramını işleyen ve İki Kadın (1999) ve Şeyhin Efsanesi (1991) filmleriyle önemli bir çıkış yapmış olan yönetmenin tutukluluğunun kaldırılması için, sinema dünyasından birçok yönetmenin (Oliver Stone, Spike Lee, Steven Soderberg, Coppola, Scorsese, Makbalbaf, Kiarostami ve Agnes Varda gibi) önderliğinde başlatılan   kampanya   sonunda,   bir   hafta   süreyle   gözaltında   kalan Milani,

Hateminin özel izniyle serbest kalabilmiştir. Her türlü zorluğa rağmen, film yapmayı bırakmayan bu sinemacılar, gerçek devrimcilerden oluşan korkusuz insanlardır ve halklarına, yaşadıkları gerçekleri anlatma devam etmektedirler.

Örnek Filmler:

“Tahmine Milani’nin İki Kadın filminin, senaryosu sansürden geçmesi, tam yedi yıl sürmüş.” (Arslan, 2000 ) Bu film, İran toplumundaki olumsuzlukları gösteren ilk filmlerden. Toplumsal ve politik içerikli birçok filme imza atan Rakhshan Bani-Etemad’in yönettiği Mavi Yaşmaklı filmi, yaşlı yalnız bir adamla genç bir kadının aşkını anlatan öyküsü nedeniyle çevrildiği yıl sansürün büyük tepkisini çekmiş, ancak Locarno Film Festivalinde ödül aldıktan sonra, gösterimine izin verilmişti. Mavi Yaşmaklı filminde yönetmen, anne sevgisi temasıyla, sert bir toplumsal eleştiriyi ve insancıllığı birleştirmektedir. “Rakhshan Bani-Etemad’in yönettiği Mavi Yaşmaklı ve Mayıs kadını filmleriyle, Tahmineh Milani’nin İki kadın’ı arasında ortak özellikler var: Sistemin kadınlar aleyine düzenlenmiş çarpıklıklarını açığa çıkarmak, sisteme (somut olarak yasalara) yöneltilen eleştrilerin yanı sıra erkek egemen kültürü ve onun bütün çirkinliklerini gözler önüne sermek.” (Öztürk,2000) olan bu filmleri, Marziyeh Meshkini’ nin Kadın Olduğum Gün (2000) filmi izler. 9 yaşına giren ve artık ergin sayılan kız çocuklarının, içine itildiği psikolojik ve toplumsal baskılar anlatılır. Samira Makhmalbaf’ın Elma filminde toplumda kız çocuk olmanın dramı anlatılır. Film yaşlı bir adamın, 12 yaşındaki ikiz kızlarını, doğdukları günden itibaren evde kapalı tutmasını anlatır. Gerçek bir olaydan yola çıkılarak ve gerçek kişiler kullanılarak çektiği filmi için genç yönetmen;“kızların hikayesi benim için bir metafor halini aldı. Onlar İran’da yaşayan bütün kadınları temsil ediyordu. Onlarla aynı mahallede yaşayan diğer kadınların  da  pencerelerinde  kalın  demirlikler  var.  Onlar  da  ‘çador’ giyiyor.

Onlar da aynı hapishanedeler aslında. Toplumda bir rol oynamak konusunda erkekler kadar özgür değiliz” (Öztürk,2000,7) diyerek, ülkesinin, toplumsal gerçeğinin altını çiziyor. Ancak bu konuda mücadeleyi elden bırakmaya hiç de niyetli görünmeyen, toplumdaki kadının konumunu en gerçekçi ve cesur şekliyle tartışmayı kendilerine hedef seçmiş, aydın kadınların varlığı, İran gibi bir ülkenin geleceği hakkında umut ışığı olarak görülüyor…

Kaynakça

Kitaplar

Bahman, N.,1988, İran, Çev:Kemal Kurt, Belge, İstanbul, ss.172-173 Khosrokhavar, F.,-Roy,O., 2000, İran: Bir Devrimin Tükenişi, Çev:İsmail Yerguz, Metis,İstanbul, ss.62-167

Wright, R., 2001, Son Büyük Devrim, Çev:Şeniz Türkömer, Doğan, İstanbul, ss.171

Dergiler

Kalary, M., 1995, “Le Monde D’Abbas Kiarostami”,Çev:Sabire Batur, Chaier Du Cinema, No.493

Malcy,  A.,   1995,  “La   Censure”,  Çev:Sabire  Batur,  Chaier  Du   Cinema, No.493,ss.83

Gazeteler

Arslan, T., 14 Nisan 2000, “Oya Gibi İşlenmiş Filmler”, Radikal II, Dorsay, A., 6 Mayıs 1999, “İran Mucizesi”, Sabah

Öztürk, R., 6 Mayıs 2000, “İrandan Kadın Filmleri”, Radikal II Öztürk, R., 27 Mayıs 2000, “Komşunun Sineması”, Radikal II Sönmez, N., 8 Kasım 2000, “İran Sinemasının Altın Çağı”, Radikal

Web Sitesi

Aufderheide, P.,1995, “Gerçek Yaşam Sinemadan Daha Önemlidir”, Çev: Dr. Battal Odabaş, Cinearte, s.2-3 mhtml:file://A:\İranlı Kadın Yönetmenler

Ahadi,   M.,   6   Aralık   2003,   “Nobel   Barış   Örgütüne   Açık   Mektup’a Cevap”mhtml:file://A:Şirin Ebadi

Majedi,   A.,   6   Aralık   2003,   “Nobel   Barış   Örgütüne   Açık   Mektup” mhtml:file://A:Şirin Ebadi

 

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2009

Bunu paylaş: