Köy Enstitülü Yazarlar*
Köy Enstitüleri kitap demekti. Enstitüye başlayanların çoğu daha ilk günden kitaplığa girer, bilimleri, sanatları, doğayı öğrenmiş olarak, hayata karışırdı. Enstitülerde hayatla düşünceyi kitap kaynaştırıyordu. Enstitülü için, kitapla donanmamış bir hayat “hayat” değildi. Öğrenciler enstitü ortamında kitapla soluk alıp veriyorlardı. Okuya okuya, o kitaptan bu kitaba geçe geçe, iyi kitabı kötüsünden ayırmayı yine kitapla öğreniyorlardı. Kitap adına beyni abur cuburla dolduran yayınlar enstitünün kapısından içeri girmiyordu. Böyle kitaplara gereksinim de duyulmuyordu. İyi kitabın ölçüsü belliydi; enstitünün en güzel yerlerinden olan kitaplığın raflarını Hasan Ali Yücel döneminde hızla basılan klasikler dolduruyordu. Böylece öğrenci, enstitüde, piyasa malı kâğıt yığınlarıyla değil, yüzyılların süzgecinden geçmiş soy yapıtlarla karşılaşıyordu. Bu kitaplar doğayı, insanı gerçek boyutuyla veriyordu. Atatürk, Türk insanını tanımlarken, onun zekâsını, çalışkanlığını, güzel sanatlardaki üstün yeteneğini öne çıkarır. On bir-on iki yaşlarındaki çocuklar, bir-iki ay içinde mandolin çalarak, ellerinde kitap düşürmeyerek bunu kanıtlıyorlardı. Çağdaş giyim, kişinin güdümlü yetiştirilmesini öngörmez. Tam tersine, kişiyi güdümlülükten kurtararak, onda düşünsel kişilik oluşmasına yol açacak ortamı hazırlamayı amaçlar. Bu amaç, öğrenciye gerçeği kavratarak yerine getiriliyordu. İnsan, öğretilen değil, öğrenendir. Okulun işi, öğrenciye öğrenme ortamı yaratmaktır. Böyle okulların öğretmeni ezberletici değil, düşündürücü, duyumsatıcı olmalıydı. İsmail Hakkı Tonguç’un “iş içinde eğitim” yöntemi bu gerçeklerden beslenmişti! En sıradan bir aracı kendi eliyle yapan, onun değerini daha çok bilir. Topraktan kendi elimizle ürettiğimiz ürünün tadı başka olur. Köy Enstitülerinde öğrencinin ayağı toprakta, eli işteydi. Nazım, Türk köylüsünü anlatırken, “O, topraktan öğrenip/ kitapsız bilendir” diyor. Köy Enstitülü topraktan öğreniyordu, “kitap”la biliyordu. Çağdaşlığın yolunu toprağı sürerek, Mayakovski’nin deyişiyle “beynini kitabın eğesiyle perdahlayarak” besliyordu. Enstitüde, ayağı topraktan kesilmemiş öğrenci, bilgi alanlarına bilinçle yöneliyordu.
Bugün gücü elinde tutanlar, nice yaratıcı beyni kendi ilkel beyninin tutsağı etmenin bir yolunu buluyorlar. Günümüzde insan güdüm altında tutulmak isteniyor. Kişinin diniyle ilişkisi onun özgürlük hakkıdır. İslamlığın temel felsefesine göre, dinin yuvası, tek tek bireylerin vicdanıdır. Kimse kimsenin dini üzerinde bir baskı yaratmaya kalkışamaz, kalkışmamalıdır. Oysa kafaları güdümleyerek belli bir biçime sokmak isteyenler, amaçlarını gerçekleştirmek için dinsel duyguları kullanıyorlar. Gerçekte sorun dinsel değildir, aydınlığı cehaletle bastırmaya kalkışma eylemidir. Kitaptan yoksun toplumlarda bunun daha kolay olacağı tartışılmaz. Erasmus, “Hayvan, hayvan olarak doğar; insan, insan olarak doğmaz; oluşturulur,” diyor. “Oluşturulma”nın aracı kitaptır. Toplum, medyanın da etkisiyle gittikçe kitaptan kopuyor. Oysa enstitülerde aydınlanmanın ışığı kitapla yakılmıştır.
Yazar, geniş bir okuma kültürünün ürünüdür. Köy Enstitülerinde yoğun okuma süreci yaşandığı için kısa sürede yazarlar ortaya çıktı. Mahmut Makal, köy notlarını yazmaya başladığında on yedi yaşlarındaydı. Bir delikanlı çıkıyor, yurdunun sorunlarını topluma duyuruyor! Makal’ın yaşı küçüktü, ama köyden getirdiği ses binlerce yıllıktı. Hititler’den bu yana insan yerine konmamış bir halkın sesiydi bu. Anlattıklarında, Anadolu insan arkeolojisinin tarihi gizlidir. Türkiye’de 1950’lerde bir iktidar çökmüşse, bunda Bizim Köy’ün etkisi büyük olmuştur. Makal, CHP düzeninin köylüye el uzatır gibi görünen içtensizliğini ortaya koymuştur. Makal köy yazmıştır. Köyü yazarken, anlatımından gelen yalın ironiyle, insanımızın özündeki varlığı görmezlikten gelen, onu savsaklayan bir anlayışın eleştirisini yapmaktan da geri durmamıştır. Hiçbir hükümet, desteklediği bir düşüncenin muhalefetini hoşgörüyle karşılamaz. Köy Enstitülerinin yıkılmasına yazarların bu muhalefeti yol açmıştır.
Bellek yanılır, tarih yanılmaz; Köy Enstitülerini ortadan kaldırma projelerinin o zamanın CHP’si tarafından hazırlandığı unutulmamalıdır. Atatürk, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un yarattığı bu eğitim devrimi halkımıza çok görüşmüştür. Can Yücel, Berlin’de yaptığı bir konuşmasında, CHP’nin, Köy Enstitülerini, bir oy deposu yaratmak amacıyla kurduğunu, umduğunu bulamayınca altı-yedi yıl sonra ortadan kaldırmanın yollarını aradığını söylemişti. Belgesiz bu kanıta gerçek gözüyle bakılamazsa da, Köy Enstitüsünden yetişenlerin başına gelenler, bu kanı üzerinde düşünülmesini gerektiriyor.
Makal, Köy Enstitülerinde okuduğu kitapların, Anadolu insanındaki yaratma gücünün ürünüdür. Başaran’dan aktardığım şu satırlara ilginizi çekmek istiyorum: (Sabahattin Eyuboğlu’nun) “Her gelişi ayrı bir muştu, yeni bir işin başlangıcı oluyordu… Dergi Kolu’na uğruyordu önce. Yirmi enstitüden gelen yazıları gözden geçirip 16.500 basan Köy Enstitüleri Dergisi’ne girecekleri seçiyorduk. Sanat çevrelerinden haberler veriyordu bize. Yeni yapıtlardan söz açıyorduk. Kendi basımevimizi kuracaktır yakında. En uzak köşelerden derlemeler yapabilir, en zengin folklor belgeliğini kurabilirdik. En yakın zamanda Pertev(Naili Boratav) Bey’le gelmeyi düşünüydu. Dergi Kolu’nun düzenlediği kitap tanıtmaları, konferanslar değerlendiriliyordu. Kişiye kendini bulduran, güven veren bir havası vardı öğretmenimizin. Onunla konuşurken tadılmadık hazların, ‘delinmedik incilerin’ yolları ışıyordu gözümüzde.” (Sabahattin Eyuboğlu ve Köy Enstitüleri, Papirus Yayınları, İstanbul 2001, s.20).
Böyle bir ortamda nasıl yazar olunmaz?..
Mehmet Başaran’larla, Talip Apaydın’larla üreyen bir birikimin kaynağından besleniyordu Mahmut Makal. Fakir Baykurt, Emin Özdemir, Dursun Akçam, Osman Şahin ve adı öne çıkmamış onlarca yazar kendilerini var etmenin savaşımını vererek, Anadolu’nun kalın karlarından yüzünü ışığa uzatan bir kardelen tazeliğinde toprağın canında can buluyordu.
Burada bir ayraç açarak 16.500 basılan bir dergiyi, bu dergiyi öğrencilerin çıkardığını; enstitüye Sabahattin Eyuboğlu, Pertev Naili Boratav, Bedri Rahmi Eyuboğlu, Vedat Günyol gibi nice ünlü düşünürün erdem saçtığını belirtirken, aydınların elinden gaspla alınıp hırsız çetelerine teslim edilen, Atatürk’ün kendi öz malı Türk Dil Kurumu’nun başına gelenlere ilginizi çekmek istiyorum. 16.500 dergi on beş milyonluk İstanbul’da bile okunmaz, ülkenin güvencesi sayılması gereken bilim adamı hırsızlık sanığı olarak yargıç önüne çıkarsa nasıl batmaz bu ülke!
Yazını gerçekler, sorunsallık ve o sonsuz insan-doğa-hayvan sevgisi besler. Yazar, bu sevginin oluşturduğu anlatma becerisiyle kendini var eder, yarattığı dille gerçekleştirir bunu. Köy Enstitüsünden yetişip adı öne çıkmış yazarları bir bir ele alın; – onların küçümseyici bir dille “köylü yazar”, “köy yazarı” diye ananların düştükleri kompleksi bir yana bırakalım–; aynı kaynaktan yetişmelerine karşın hiçbirinin üslubu birbirine benzemez. Talip Apaydın, Anadolu insanı gibi yalın anlatımıyla, Mehmet Başaran betimsel örgülü diliyle; Fakir Baykurt insanımızı konuşturma gösterdiği beceriyle; Emin Özdemir, nesnel dilde vardığı kavram yoğunluğuyla; Osman Şahin, olayların derinliğindeki “şiir”i yakalama çabasıyla… yazın toprağında yurt tutmuştur. Her yazar, yetiştiği ortamı yazar; yazdığı ortamın gerçeği ülkesinin, giderek dünyanın gerçeğine dönüşür. Yaşar Kemal Stendhal’ı, Faulkner’i, Tolstoy’u Çukurovalı sayarken bunu belirtmek istiyor.
Her yazarın bir dili, bir milliyeti, bir ülkesi vardır; gene de ülkesiz, milliyetsiz, dil’siz bir kişiyle karşılaşmak isterseniz, karşınıza yine “yazar” çıkar. Albert Camus, “Ülkem Fransız dilidir!” demişti. Onun anlatmak istediği, yazarın,
yüreklerin, duyguların, düşünsel yaratıcılığın dilini kullandığıydı. Yazar, dili, düşünceyi, duyguyu, milliyeti, ülkeyi bütün insanlığın dili milliyeti, düşüncesi, duygusu, ülkesi sayarak, alır kalemi eline. Adı “milliyetçi”ye çıkmış kişilerin karşı çıkışları bu evrenselliğe bağlanabilir. Köy Enstitülü yazarlar “yerel” sayılmışlardır. Aralarında yerelliğin tuzağına düşmüş olanlar bulunabilir, ama bu “yerellik” içinde bile, ülkemizin sorunlarını insanlığın sorunlarından, insanlığın sorunlarını ülkemizin sorunlarından soyutlamamışlardır. Enstitülü yazarın hedefi, aydınlanmacı düşüncenin temel ilkesi olan evrensel bir söylem yaratmaktı. Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde görev yapmalarına karşın, bunu kendi çemberlerinin içine sıkışarak, doğa koşullarının acımasızlığına boyun eğip daraltarak yapmamışlar, Sait Faik’lere, Sabahattin Ali’lere, Nazım Hikmet’lere, Rıfat Ilgaz’lara, Aziz Nesin’lere, Orhan Kemal’lere, Sadri Ertem’lere, Yaşar Nabi Nayır’lara, Orhan Veli’lere ulaşmışlardır. Onlar gibi yazmamışlardır, ama beslendikleri kaynak, onların damarlarında dolaşan özsudur.
Köy Enstitülü yazarlar ürün vermeye başladıklarında, Nazım Hikmet yasaklıydı. Sabahattin Ali’yi katletmişler, toplumun üzerine korku yaratarak, onun ölüsünü bile bulamışlardı. Aziz Nesin işlerden atılıyor, mahpushaneden mahpushaneye dolaştırılıyordu. Genç kuşak Reşat Nuri’yi modası geçmiş sayıyordu. Ortada yalnızca özentili aşk romanları dolaşıyordu. Bugün adları bile anılmayan yazarlar gazetelerde tefrika ediliyor, filmler onların aşklarıyla renkleniyordu. Enstitülü yazarlar, kurulu düzenin bu alışkanlıklarını yararak, topluma unutturulmak istenen Sabahattin Ali’ye, Nazım Hikmet’e ulaşmışlardı. O boşluk doldurulmadan bir ülkede yazınsal beraberliğin yaşanmayacağını biliyorlardı. Bu yola koyulunca, öncekilerin başına gelenler onların da başına geldi. Başaran’a, Makal’a, Fakir Baykurt’a öğretmenlik yapacakları sınıfları dar ettiler.
Köy Enstitülerinde erdem, düşünmekti, yazmaktı, gerçekleri duyumsamaktı. Yazarlar bir yandan öğretmenliklerini yapıyorlar, bir yandan soruşturmalarla boğuşuyorlardı; ama hiçbir zaman geri adım atmadılar, içlerine korku nedir sokmadılar. Mahpushanelere, okula gider gibi, erdemli filozofların gülüşlerini yüzlerinden eksik etmeden girdiler.
Bugün, mahpusluklarının onların onuru olması, Türk siyasası için kara bir lekedir!