Denizlerin Savunması

Denizlerin Savunması*

GİRİŞ

Bu  savunma,  mahkemenizde,  Anayasayı  tağyir,  tebdil  ve  ilgadan yargılanan

Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu(THKO) savaşçılarının ortak savunmasıdır.

İçinde bulunduğumuz şartlar, geniş bir savunma yapmamızı ve şahıslarımızda zincire vurulmak istenen bilimi ve gerçekleri savunmamızı gerektiriyor.

Amacımız, aleyhimize verilecek cezayı önlemekten çok, doğruluğuna inandığımız doğa ve toplum kanunlarının insanlık tarihine nasıl bir yön verdiğini açıklamaktır.

Toplumların tarihi, ezenlerle ezilenler arasındaki mücadelenin tarihidir. Çağımıza kadar, bu mücadelelerde ezilenler daima yenilmişlerdir. Fakat 20. yüzyıl tarihimiz, ezenlerin barbarlığına ve bütün baskılarına rağmen, ezilenlerin kurtuluşuna sahne olmaktadır.

Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkarı uğruna yoksul ulusları, boyunduruğu altında tutan Emperyalizmidir. İnsanlık tarihi gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin son kalesi olan emperyalizmin de sonunu müjdeliyor.

Bütün ezilen uluslar, emperyalizme, her gün darbe üstüne darbe vuruyorlar. Asırlardır ezenlere karşı mücadelelerde hayatlarını feda edenlerin çabaları boşa gitmemiştir. Dünyamız zafer türkülerini söylemek üzeredir…

Ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde ölen tüm ezilenlere selam olsun…

Türkiye, emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşını veren ve onu dize getiren ülkedir. Bütün ezilen uluslara ışık tutan ve kurtuluş bayrağını dalgalandıran Türkiye halkı, bundan 50 yıl önce görevini yapmıştır. Ne yazık ki, o zaman yurdumuzu terk etmek ve yenilgiyi kabul etmek zorunda kalan emperyalist ülkeler, sonradan bir avuç satılmışın menfaati uğruna tekrar yurdumuza girdiler ve Kurtuluş Savaşında gerçekleştiremedikleri emellini bugün gerçekleştiriyorlar. Ulusumuz, Amerikan emperyalizminin sömürüsü altında ezilmektedir. Kurtuluş Savaşımızda şehit düşen yüz binlerin onurları ve cesetleri üzerinde yabancı pençesi cirit atmaktadır.

Dünyanın ve Ortadoğu’nun en eski devletlerinden biri olan Türkiye hala kalkınamamış olup, yarı-bağımlı durumdadır. Bir avuç sermaye çevresi Amerikan doları uğruna ulusumuza ihanet etmiş ve bağımsızlığımızı yabancılara ticaret konusu yapmışlardır. Yurdumuzun bağımsızlığı için giriştiğimiz bu kavgada Kurtuluş Savaşımızda şehit olanların onurlarını ve ulusumuzun kaderini korumaya kararlı olduğumuzu bildiriyoruz.

Kurtuluş Savaşımızın tüm şehitlerine selam olsun…

Amerikan emperyalizmi, sadece ulusumuzu değil, dünya uluslarının çoğunu ezmekte ve sömürüsünü sürdürmektedir. Tüm ezilen uluslar bağımsızlık ve kurtuluş için silaha sarılmış olup çağımızın canavarı emperyalizme karşı mücadele etmektedirler. Bugün ezilen halkların tek ve ortak düşmanı emperyalizmdir. Dünyanın dört bir tarafında bağımsızlık savaşı veren halkların, kimi kurtulmuş, kimiyse zaferin arifesindedirler. Emperyalizme karşı verilen kurtuluş mücadeleleri, bütün kıtalarda gericileri ateş çemberi içine almışlardır.

Asya kıtasında, Vietnam, Laos, Kamboçya, Tayland, Birmanya, Filipinler, Filistin, Bengal ve daha birçok halkların emperyalizmi ve onların emrindeki uşakları alt etmeleri an meselesidir.

Afrika’da, Latin Amerika’da ve başka yerlerde bağımsızlık savaşı veren halklar, bütün baskılara ve katliamlara rağmen mücadeleye yılmadan devam ediyorlar.

Artık Amerikan emperyalizmini, dolarlar, yalanlar, atom bombaları kurtaramaz. Emrinde uşak olarak kullandığı gericilerle tarih sahnesinden silinmeye mahkûmdur. Çünkü dünyada bağımsızlık savaşlarını durduracak ve ulusları ezebilecek hiçbir silah yoktur. Çağımıza damgasını vuran en güçlü silah bağımsızlık ve kurtuluş savaşlarıdır.

Emperyalizme karşı verdikleri mücadelelerinde başlarını eğmeden kahramanca savaşan tüm ezilen uluslara selam olsun…

Türkiye halkı Kurtuluş Savaşımızda, emperyalizme ve uşaklarına, gerekli dersi nasıl verdiyse, bu defa da onurunu çiğnetmeyecek ve bağımsızlığını elde edecektir. O zaman, emperyalizmin silahları, uçakları, denizaltıları, uşakları dize geldi. Bu defa da dize gelecek ve Türkiye halkı, dünya ulusları arasındaki onurlu yerini alacaktır.

Bütün halkımızı sömüren emperyalizme ve emrindeki bir avuç satılmışa karşı, verilen bağımsızlık ve kurtuluş mücadelemizin bayrağı dalgalanmaya devam edecektir. Şimdiye kadar bu kavgada şehit düşen kardeşlerimiz, gözlerini kırpmadan, hiçbir menfaat gözetmeden, alınları açık görevlerini yapmışlardır.

İşçiler, köylüler, öğrenciler ve tüm yurtseverler gericilere kahramanca karşı koymuşlar ve bu uğurda birçokları şehit olmuştur.

Emperyalizme ve onun emrindeki uşaklara karşı verdiğimiz kutsal bağımsızlık kavgamızın şehitlerine selam olsun…

Emanetiniz olan bağımsızlık ve kurtuluş bayrağını alnımız açık, yiğitçe dalgalandırdık, bundan sonra da dalgalandırmaya devam edeceğiz. Bu kutsal kavgada Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu olarak yaptıklarımızı savunmamızla açıklayacak ve ulusumuzun nasıl sömürüldüğünü anlatarak, yurdumuzu yarı- bağımlı duruma getiren bir avuç satılmışın yaptıklarını belgelerle ispatlayacağız.

Savunmamızı geniş olarak hazırladık. Osmanlı İmparatorluğu’ndan bugüne kadar geçmiş tarihimizi ekonomik, askeri, siyasi ve kültürel gelişimini alarak inceledik.

Amacımız; belgelerle Türkiye’nin Amerikan emperyalizminin sömürü altına girdiğini açıklamak ve Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun bir örgüt  olarak neden mücadeleye başladığını anlatmaktır.

Savunmamızda şu temel noktalara ağırlık veriyoruz:

  1. Türkiye 50 yıl önce Kurtuluş Savaşını vermesine rağmen neden kalkınamamıştır?
  2. Tekrar emperyalizmin sömürüsü altına nasıl girmiştir?
  3. Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun amacı nedir?

Bu konuları bütün ayrıntılarıyla açıkladığımız zaman, şimdiye kadar verdiğimiz ifadelerin ve söylediğimiz sözlerin anlamı daha kolay anlaşılır olacaktır.

Türkiye’de, emperyalizme karşı yürüttüğümüz bağımsızlık savaşının anlamını kavramak için, ülkemizin sosyo-ekonomik yapısını bilmek zorunludur.

Bu arada bizim açımızdan fazla önemli olmayan iddia makamının iddianame ve mütalaasına geniş yer vermeyeceğiz. Çünkü toplum gerçeklerimizden uzak ve bilime aykırı olan iddia makamının görüşlerine önem vermek dahi, toplum bilimini gereksiz bir yoruma sokmak olur.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak, yapacağımız geniş tahliller, düşüncelerimiz ve eylemlerimiz açısından sağlam bir kararın verilmesine ve amacımızın doğru değerlendirilmesini mümkün kılar.

GÜNÜMÜZ TÜRKİYESİ ve MÜCADELEMİZİN YOLU

Günümüz Türkiyesi:

1971 Türkiyesi, bir avuç sermaye çevresinin çıkarı uğruna Amerika’ya her türlü imtiyazın verildiği ve Türkiye halkının yarı-bağımlı durumda olduğu bir ülke olmuştur.

Madenlerimiz, bütün sanayi yatırımlarımız Amerikan ve Avrupa sermayesi ile ortaktır.

Bugün Türkiye’nin dış borçları toplam 45 milyar, bu borçların faizleri ise 15 milyar Türk Lirası civarındadır. Faiz toplamıyla 60 milyarı bulan bu miktar,  milli gelirin %40’ıdır. Şimdiye kadar dış borçlar azalmamış, aksine devamlı artmıştır. Bu durumda, 1975 yılında dış borçların toplamı milli gelir toplamını aşacaktır. Bu şu demektir; 1975 yılında Türkiye’nin nüfusu yemese, içmese ve hiçbir masraf yapmasa ve bütün kazancını dış borçları ödemek için kullansa, gene de dış borçlara son vermek mümkün değildir.

Sadece bugünkü dış borçlar ve faizlerinin toplamına göre, Türkiye’de yaşayan her vatandaş yabancı devletlere, 2000 Türk Lirası civarında borçludur. Bu  miktar fert başına düşen milli gelirin yarısına yakındır.

Bu şekilde ekonomimiz bağımlı duruma getirilmiştir. Sayısı 50’yi geçen askeri, iktisadi antlaşmalarla Amerika’ya her türlü imtiyaz verilmiştir. Amerika istediği zaman Türkiye’deki sermayesini ve güçlerini korumak için müdahale edebilecektir.

Diğer önemli kalkınma sorunları, eğitim ve sağlık gibi konulardır.

Sağlık Sorunu:

Türkiye’deki sağlık hizmetleri çok geridir. Sayıları 10 binin üzerinde doktor vardır. Ve her doktora ortalama 3 bin civarında hasta düşmektedir. Bunun bölgelere göre dağılımını hesaplarsak; nüfusun %10’unun yaşadığı İstanbul ve çevresinde doktorların %42’si bulunmaktadır. Buna İzmir ve Ankara bölgelerini de eklersek oran %70’e çıkmaktadır ki bu bölge halkı, nüfusumuzun %30’unu meydana getirmektedir. Doğu’ya doğru gittikçe bu oran çok düşmektedir. Yıllardır uygulanan sosyalizasyon netice vermemektedir. Aynı şekilde sağlık kuruluşları da çok yetersizdir. Bölgeler arasında bu korkunç dengesizlik yüzünden küçük ve önemsiz bir hastalık dahi salgına sebep olmaktadır. Türkiye’de her doğan bin çocuktan 200’ü, daha bir yaşına gelmeden ölmektedir. Doktor yetiştiren okulların yapısı Türkiye şartlarına uygun değildir. Çünkü Türkiye’nin pratisyen doktora ihtiyacı vardır. Hâlbuki tıp okullarında, mütehassıslar yetiştirilmektedir. Bunun doğal sonucu, doktorlar, ya büyük şehirlerde klinikler açarak simsarlık yapmaktalar ya da yurdu terk etmektedirler. Bugün yurtdışında bulunan doktorlar toplam doktor sayısının %30’udur. Emperyalizm, karlı olan bu işi de gözden kaçırmamıştır. Kendi ülkesinde yetiştireceği doktorun masrafından kaçınmak için geri ülkelerdeki hazır, diplomalı doktorları kullanmaktadır. Büyük beyin akımına sebep olan bu yol ise önlenememektedir. Çünkü önlemek Amerika’nın işine gelmemektedir. İktidarlar yıllardır bu beyin ihracına bir çözüm yolu aradıklarını iddia ediyorlar. Aradıkları çözüm yolu Amerikan çıkarlarıyla çatışmayan bir yoldur. Söyleyelim, böyle bir yol bulmak mümkün değildir.

Eğitim Sorunu:

Yurdumuzda nüfusun %65’i okur-yazar değildir. Bu oran dünya devletleriyle kıyaslanırsa çok gerilerdedir. Binlerce köyümüzde hala okul yoktur. Okul çağındaki yüz binlerce çocuk laik eğitime taban tabana zıt Kuran kursları ve benzeri yerlerde çağdışı bilgilerle eğitilmektedirler. İlkokulu bitiren yoksul aile çocukları orta dereceli okullara devam edememektedir. Geri bıraktırılmış bir ülke olan Türkiye’de orta öğretimde, teknik ve mesleki eğitime ağırlık verilmesi gerekirken, bunun tam tersi uygulanmaktadır. Orta derecede okullardaki öğrencilerin sadece %15’i teknik ve mesleki okullara devam etmektedir.

Yüksek okullarımızdaki durum ise daha hazindir. Üniversite ve yüksek okul öğreniminde branşlar ülke ihtiyaçlarına göre düzenlenmemektedir. Bir taraftan doktor ve teknik uzman sıkıntısı çekilirken, hukuk ve iktisat konularında öğrenim yapanlar iş bulamamaktadırlar. Ve bugün yurdumuzda üniversite mezunları arasında ciddi işsizlik problemi vardır.

Diğer kalkınma sorunlarına gelince, birkaç büyük şehir dışında halkın yaşadığı diğer kesimlerde büyük bir sefalet vardır. Köylerimizin %2,4’üne elektrik ancak girmiştir. Türkiye toplumunun %70’ini meydana getiren köylüler, büyük bir gerilik içinde ağa ve tefecilerin altında ezilmektedirler.

Milli gelire bir göz atarsak şunu görürüz: Yurdumuzda çalışan halkın %70’i tarımla, %13’ü sanayi alanında, geri kalan %12,5’i hizmetler sektöründe uğraşmaktadır. Tarım kesiminde gelir dağılımı şöyledir; çalışan halkın %90’ı gelirinin %42’sini, geriye kalan %10’u yani ağa, tefeciler ise  %58’ini almaktadır. Yani bir avuç ağa ve tefeci takımı, 25 milyon köylünün gelirinden fazla gelir almaktadır. Toplam nüfusumuzun %20’teşkil eden azınlık milli  gelirin %57’sini almaktadır. İşsizlikten dolayı yurtdışına göçmen gönderilirken, açlıktan her türlü ahlak bozukluğu, cinayet sürüp giderken, gündeliği 15 liraya iş bulunmazken bugün Türkiye’de günde 250 bin lira kazananlar vardır.

Ezilen Halkımız:

27 Mayıs İhtilali’ne halkımız ümitle bakıyordu. Reformların yapılmasını, sömürünün ortadan kaldırılmasını ve insanca muameleye tabi tutulmalarını arzuluyordu. İhtilal kadrosu, bunları yapmadan idareyi sivil yönetime devretti. Fakat 1961 Anayasasını getirerek, gelecek hükümetlerin Anayasada öngörülen reformları yapmalarını mecbur tuttu. 1961 yılı seçimleri Demokrat Parti’nin varisi Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin koalisyonunu getirdi. Burada çok önemli bir nokta şudur: 1960 yılında DP İhtilalle düşürüldü. İhtilal hükümetinin hazırladığı 1961 Anayasası halkın referandumuna sunuldu ve kabul edildi. Fakat bunun hemen arkasından, politikasıyla Anayasaya aykırı olan AP çoğunluğa yakın bir miktarda oy aldı. İlk bakışta karışık görülen bu meselenin sebebi basitti. DP’yi meydana getiren, patron, ağa, tefeci-eşraf kesimi İhtilalden sonra, bir süre sindi ve halk üzerindeki baskını gevşetti. Anayasa halkın referandumuna sunulduğu zaman, ileriyi garantiye alamadıkları için, oy tüccarlığı yapmaktan korktular ve bu yüzden halkın tamamı olmasa bile çoğunluğu serbestçe oy kullanabilmiş oldu. Anayasanın kabulü ve AP’nin seçimlere girmesinden sonra ortamı geliştirmek için müsait bulduklarından  halka baskı yaparak AP’nin 158 milletvekili çıkarmasını sağladılar. Bu dönemde seçime katılan ve DP’nin ikinci bir varisi olan Yeni Türkiye Partisi’nin çıkardığı 65 milletvekili ile sayıları 223’ü buluyordu. Anlaşılmaktadır ki, İhtilalin ertesi yılı DP’yi seçen ve koruyan güçler meclisin yarısını teşkil edecek kadar milletvekili seçmişlerdi. Halkımızın büyük çoğunluğu köylerde yaşar, okur-yazar değildir. Seçimlerde kullanılan oy pusulalarının hangi partilere ait olduğunu dahi, çoğu seçemez. Ağa-tefeci-eşraf tahakkümü altındadırlar. Nurculuk, Süleymancılık gibi gerici akımlar halkı baskı altına almışlardır. Amerika tarafından beslenen ve halkları Müslüman olan bütün devletlerde olan Aramco şirketi yurdumuzda da yoğun faaliyet göstermektedir. Doğal olarak köylüler oy kullanırken ağa-tefeci-eşraf takımının istediği  partiye vermektedirler. İşçiler kesimine gelince; durum aynıdır. Gerek özel teşebbüste olsun, gerekse İktisadi Devlet Teşekküllerinde olsun, gerici AP’nin koruyucu olan patronlar ve sarı sendikalar, işçileri işten atmak ve aç bırakmakla tehdit ederek, oylarını almaktadırlar. Seçim dönemlerinde gazete veya başka yollardan bütün oyunların binlercesine şahit oluyoruz. Böylece ağalar, patronlar, tefeci ve eşraf yoksul halkımızın seçme hakkını tekeline almıştır.

1961 yılında seçimle kurulan koalisyon hükümeti Anayasanın öngördüğü reformları gerçekleştirmemiştir. Kabul ettiği en önemli şey, işçilere grev hakkıdır. CHP toprak reformunu yapmak istemiş, fakat diğer partiler tarafından engellenmiştir. Engelleyenler arasında CHP’li birçok toprak ağası ve gerici de vardır. Yapılan diğer işler geçici olmuş ve çoğu tatbik edilmemiştir. Kargaşalık ortamında devam eden koalisyon hükümeti 1964’te İsmet İnönü’nün düşürülmesiyle son bulmuş ve 1971 yılına kadar AP saltanatı şeklinde devam etmiştir. Altı yıllık AP döneminin özelliği şudur; bir taraftan reformları öngören yürürlükteki 1961 Anayasası, diğer taraftan reformlara ve yürürlükteki Anayasaya karşı AP hükümeti vardır. İşçiler, köylüler, küçük esnaflar, küçük memurlar, zanaatkârlar, öğrenciler ve tüm Türkiye halkı Anayasanın yanında  yer alarak uygulanması için baskı yapıyordu. AP, diğer gerici partiler, Amerikan ortaklığı patronlar, ağalar ve tefeciler Anayasayı uygulamamak ve talanı devam ettirmek için birleşiyorlardı. AP kontrolü sağlamak için Anayasayı değiştirmek istiyor, fakat imkân bulamıyordu. Neticede, kurtuluş çaresini Anayasayı uygulamak ve uygulanmasını isteyenleri susturmakta buldu. Bunun peşinden doğal olarak, halk kitlelerinde AP politikasına ve sömürüye karşı direniş başladı. Böylece, uygulanmayan ve uygulanmaması için her türlü çaba gösterilen reformlar ve sosyal adalet ilkeleri, halk kitlelerini demokratik mücadelelere sürüklüyordu.

Köylülerin toprak işgalleri, işçilerin grev ve işgalleri, memur boykotları ve öğrenci hareketleri gibi birçok demokratik eylemler; Anayasaca verilmesi öngörülen fakat AP tarafından verilmeyen hakların alınması için yürütülmüşlerdir.

İşçi Hareketleri:

27 Mayıs kadrosu, işçilere grev hakkı verilmesini kabul ettiği için, koalisyon hükümeti döneminde Grev ve Lokavt Kanunu kabul edildi. Fakat daha kanun çıkmadan İstanbul’da Kavel(Kablo ve Elektrik Malzemesi Fabrikası) işçileri kanunsuz grev yaparak Anayasada öngörülen grev haklarının verilmesini istediler.

Grev ve Lokavt Kanunun kabulünden sonra sendikal örgütlenme başladı. İşçilerin mücadelesini kırmak, sabote etmek ve kontrol altında tutmak için sarı sendikacılar derhal faaliyete geçerek sarı sendikalar kurmaya başladılar. İşçiler bilinçsiz oldukları ve başka sendikalar da bulunmadığı için mecburen sarı sendikalara giriyorlardı. 1965 yılına kadar bu durum devam etti. Bu arada  Çorum ve Manisa temizlik işçileri demokratik talepleri için Ankara’ya kadar yürüdüler. Sarı sendikacılar, işçileri Türk-İş Konfederasyonu adı altında örgütledi. Amerika, işçi sınıfını elde tutmak ve sömürüsüne devam etmek için AID(Amerikan Yardım Teşkilatı) gibi yardım kuruluşları ile sarı sendikacılığa yardım ediyordu. 1965 yılından sonra bilinçli işçiler sarı sendikacılığa karşı yeni örgütlenmeye gittiler. Esas işçi mücadelesi bundan sonra başlar. Bir taraftan patronlara karşı haklarını koruyor, bir taraftan da sarı sendikacılık tarafından yıkılmamak için mücadele ediyorlardı. Yoğun bir çaba sonucunda Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu(DİSK) kuruldu. Grev ve Lokavt Kanunu kabul edildiğinden bu yana beş yüzden fazla grev olmuştur. Bunlardan başarılı olanlar, DİSK’e bağlı sendikaların grevleridir. Sarı sendikalar ise hemen hemen her zaman işverenle anlaşıyor ve işçi haklarını koruma yerine, işveren haklarını koruyorlardı. Birçok sarı sendika işçilerin haberi olmadan işveren tarafından kuruluyordu. İşçiler buna karşı koydukları zaman da işten atılıyor, eylemleri polis ve jandarma zoruyla bastırılıyordu. Zulme ve baskıya karşı, yiğitçe direnen işçiler, fabrikaları işgal ederek karşı koyuyorlardı. Sömürüyü, sarı sendikacılığı ve baskıyı protesto için işgal edilen başlıca iş yerleri şunlardır:

  1. Türk-Demir Döküm Sanayi işçileri,
  2. Silahtarağa işçileri,
  3. Goodyear lastik fabrikası işçileri,
  4. Üstün Çelik fabrikası işçileri,
  5. Emayetaş işçileri,
  6. Gıslaved lastik fabrikası işçileri,
  7. Horoz çivi fabrikası işçileri,
  8. Bossa dokuma sanayi işçileri,
  9. Pertrix pilleri fabrikası işçileri,
  10. Güney Sanayi işçileri,
  11. Aliağa Rafinerisi işçileri, s.

Ve bunlara eklenebilecek birçok fabrika vardır. İşçiler kendilerini sömüren Amerikan ortağı bu fabrikalarda yaptıkları işgallerle sarı sendikacılığı ve patron zulmünü protesto ederek, alınterlerine ve emeklerine göz koyanlara karşı dikilmişlerdir.

1970 yılında devrimci sendikaları ortadan kaldırmak ve sarı sendikacılığı korumak için getirilen yeni sendika kanuna karşı, gene Anayasal haklarını kullanarak direnmişlerdir. İstanbul’da 100 bin civarında işçinin yürüdüğü, 15–16 Haziran olayları tanklarla bastırılmış ve üç işçi şehit olmuştur. Bu olay AP’nin Anayasaya aykırı olarak işçi haklarını kısıtlamak istemesi üzerine patlak vermiştir. AP olaylardan sonra “iç isyan var” bahanesiyle sıkıyönetim ilan etti  ve yüzlerce işçiyi hapsetti. İşbirlikçi patronlar ise fırsatını ganimet bilerek bilinçli işçileri işten attılar ve geniş bir temizlik hareketine girişerek  sömürülerini devam ettirdiler.

Başta DİSK olmak üzere bütün devrimci sendikaları kapatmaya kararlı olan AP, bu muradına nail olamamıştır.

Emeklerini korumak için sömürüye ve faşist tedbirlere karşı işçi sınıfının 15–16 Haziran Direnişi, Türkiye işçi tarihinin ve anti-emperyalist mücadelemizin şeref sayfası olmuştur.

Köylü Hareketleri:

Toprak reformunun yapılmaması, ağa ve tefecilerin köylüleri kıskaç altına  alması ve sömürülerini devam ettirmelerine karşı köylüler direnişe geçmişlerdir. Yüzlerce miting, yürüyüş ve işgaller olmuştur.

Karadeniz bölgesinde çay üreticileri, tefecilere ve hükümet politikasına karşı çıkmışlar ve emeklerinin karşılığını almak için Rize Çay Fabrikasını işgal etmişlerdir. Gene Karadeniz bölgesinde; Ordu’da fındık üreticileri, tefeci ve ihracatçılık yapan fındık krallarının sömürünü protesto için fındık fabrikaları işgal ettiler ve bir köylü şehit oldu.

Elmalı’da, Bafa Gölü’nde, Atalan’da, Göllüce’de, Değirmendere’de, Ören’de, Araplar’da, Alaçam’da ve sayıları elliyi geçen köyde halk ağaların topraklarını işgal etti.

Köylülerin yürüttükleri bu işgallerin tarım kesiminde yürütülmesi, ağaların toprak mülkiyeti ve tasarruf hakkı açısından önemlidir.

 Elmalı Olayları:

Elmalı, Antalya’nın bir ilçesidir. Bu kasabaya 10 km. uzaklıkta Karagöl’ün etrafında birkaç köy bulunmaktadır. Altmış yıldan beri köylülerin tasarrufunda olan toprak, Balkan Savaşı, Birinci Emperyalist Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı dönemlerinde köylüler savaşta oldukları için göl çevresindeki araziyi ağalar tasarrufları altına almışlardır.

Fakat bir kısmı gene köylülerin tasarrufundadır. Sonradan devlet tarafından göl, kanallar açılmak suretiyle kurutulmuştur. Kurutulan göl yerindeki araziyi köylüler kullanmaya başlarlar. Ağalar ise toprağın çok verimli olduğunu  gördüğü için, “göl kurutulmadan önce çevre arazisinin tasarrufu bize aitti” diyerek hak iddia ederler. Bir taraftan köylüler diğer taraftan ağalar ekip  biçmeye başlarlar. Ağalar toprağı köylülerden almak için jandarma çağırır, köylülerin ekinlerini sürmeye başlarlar. Bu defa köylüler toprağı işgal ederler fakat jandarma zoruyla işgal durdurulur. Bugün kurutulan gölün bütününü ağa işletmekte ve köylüleri de emrinde ortakçı olarak çalıştırmaktadır. Böylece Birinci Emperyalist Savaşta ve Kurtuluş Savaşı’nda vatan savunmasına katılan köylüler geçim kaynakları olan arazilerini ağalara kaptırmışlardır. Elmalı’daki bu arazinin 15 bin dönüm civarındadır.

 Bafa Gölü Olaylar:

Aydın’da, CHP’li toprak ağası İsmail Rüştü Aksal’ın arazisi yakınında Bafa Gölü vardır. Çevredeki köylüler topraksız olup bu ağanın emrinde çalışmaktadırlar. Gölde çok miktarda balık olduğu için köylüler balıkçılık da yaparak geçimlerini temin etmektedirler. İsmail Rüştü Aksal göldeki balıklardan kendisinin yararlanması için “bu göl benim arazim içindedir ve bana aittir” diyerek köylülere balık avlattırmaz. Köylüler ise gölde ağanın hakkı olmadığını bildikleri için direnirler. Bunun üzerine ağa göle dalyanlar kurar ve silahlı bekçiler dikerek, köylülerin balık avlanmasını yasaklar. Bugün Bafa Gölü çevresindeki köylülerden birçoğu bekçilerin silah kullanmaları sonucu sakattır.

Buraya da jandarma müdahale etmiş ve köylülerin balık avlamasını yasaklamıştır.

 Araplar Toprak İşgali Olayı:

Araplar Köyü, Adıyaman’ın Besni ilçesine bağlı bir köydür. Yirmi yıl kadar  önce bir ağa, topraksız köylülerden birkaç aileyi toplayarak devlet hazinesine ait olan Araplar’a yerleştirir. Bu süre içinde orası büyüyerek bir köy olur. Bu defa ağa tasarruf hakkı kullanarak köyün tapusunu çıkartmaya çalışır ve daha modern üretim yapmak için köye traktör sokarak köylüleri araziden ayırmak ister.  Bunun üzerine köylüler araziyi işgal ederler. Ağa toprağı kaptırmamak için köye jandarma sokar ve köylülerin elinden toprağı geri alır. Köylüler hala ağanın emrinde çalışmaktadır ve bir kısmı köyü terk etmeye mecbur olmuştur.

Toprak işgallerinin ekonomik nedenleri incelendiği zaman hepsinde toprak ağalarının sömürüsü, zulmü yatar ve toprak işgali olan bütün köylerde toprağa sahip olduğunu iddia eden ağa tapuya sahip değildir. Tasarruf hakkı ise köylülerin elindedir. Ağalar şu yollarla topraklarını genişletmektedirler:

  1. Devlet hazinesine ait topraklara el koyarak,
  2. Ormanları yok ederek,
  3. Köylüleri borçlandırarak,
  4. Köylüleri jandarma zoru ile topraktan

Bu tür yollarla elde edilen toprakların işgali en tabi haklarıdır. Çünkü toprağı kendileri işlemekte ve tasarrufları kendilerine ait bulunmaktadır. Bugüne kadar yurdumuzda elliden fazla toprak işgali olmuştur. Hepsinde de, köylüler haksız çıkarılmış ve jandarma zoru ile araziler ağalara teslim edilmiştir.

Geçmiş bütün iktidarlar, toprak ağalığını himaye etmişlerdir. Elli yıldır konu olan toprak reformu gerçekleştirilememiştir. Ve bundan sonra gelecek iktidarlar da yapamayacaktır. Çünkü köylüler üzerinde sömürü ağını kaldırmak bugünkü iktidarlar için imkânsızdır. Toprak reformu, köklü ağır sanayiyle bir arada yürütülmezse hiçbir işe yaramaz ve beş-on sene içinde topraklar tekrar tefeci ve ağaların eline geçer. Cumhuriyetten bu yana toprak reformunun yapılmaması da güçlerini göstermesi bakımından önemlidir.

Erim hükümetinin reformları arasındaki en önemli konulardan biri olan toprak reformunun gerçekleştirmek zordur. Şayet yapılırsa bir toprak reformu olmayacaktır, fakat büyük kapitalist işletmelerin oluşacağı bir program olacaktır. Bu ise nüfusun %70’ini meydana getiren köylülere hiçbir etki yapmayacak ve ekonomik durumları düzelmeyecektir.

Türkiye’de geri yapıdaki toprak ağalığının bulunduğu bölge Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesidir. Diğer bölgelerimizde ise toprak ağalığı kapitalist  işletmeler  haline  dönüşmüştür.  Aynı  durum  Doğu  ve   Güneydoğu

Anadolu Bölgesinde varlığını hissettirmektedir. Bilhassa son yıllarda toprak ağalığı verimli bölgelerde köylüleri silah zoruyla topraklardan atarak, buraları geniş kapitalist işletmeler yapmaya çalışmaktadırlar. Bugün, Diyarbakır, Siirt, Mardin, Urfa, Bitlis bölgelerinde toprak zaptetmek ve korumak için silahlı ordu besleyen yüzlerce ağa vardır. Köylüler ise topraklarını kaptırmamak için silahlanmaya ve karşı koymaya mecbur olmaktadır. İşte o zaman da doğuda isyan oluyor diyerek köylülerin üstüne komandolar sürülüyor. 1970 yılında jandarma komandolarının doğudaki topraksız köylüler üzerinde yaptıkları zulüm bir işgal ordusunun dahi kolay kolay yapamayacağı şeylerdir. Köylere yapılan komando baskınlarına gerekçe olarak asayişin temini gösterilmektedir. Kastedilen asayiş ve huzur o bölgedeki toprak ağalarının asayişidir. Komando saldırılarında köylülere yapılan birkaç zulüm örneği:

  1. Bütün köylüleri toplayıp suyun içinde yat-kalk talimi yaptırmak,
  2. Köyün imamını çırılçıplak soyduktan sonra tenasül uzvuna bir ip bağlayarak, eşini eline vermek sürüklemek,
  3. Ağaların zulmünden kaçanları yakalamak için, kaçağın eşini ve kız kardeşini soyarak, kaçan gelip teslim olana kadar oynatmak,
  4. Köyün erkeklerini sırtüstü yatırarak yaptıkları insan zemini üzerinde kadınlara halay çektirmek,
  5. Çocukları bacağından ağaçlara asmak ve bunlardan sonra da seri işkenceye geçmek s.

Kars, Erzurum, Muş, Bingöl, Elazığ, Diyarbakır, Siirt, Mardin, Bitlis ve Urfa vilayetlerini içine alan bu alanda dört ay süreyle yapılan komando baskın ve saldırılarında sadece işkenceyle üç köylü şehit olmuş, birçok köylü ise sakat kalmıştır. Ayrıca işkenceye uğrayıp tahammül edemeyen ve sonradan intihar edenler vardır.

Komandolar gittikleri bütün köylerde “Bizim kanunumuz yok, her istediğimizi yaparız” demektedirler. Halk, korkusundan değil şikâyet etmek olaylardan bahsetmekten dahi korkmaktadır. Bu arada ağalara ve onların emrindeki silahlı adamlara hiçbir şey olmamıştır. Komando saldırılarının bu derece yoğunlaştığı ve “kanun kaçaklarını yakalıyoruz” diye köylülere saldırdığı bir sırada, 1970 yazında doğunun toprak ağası, silahlı çete reisi ve insan kasabı Mehmet Emin Özbay, Diyarbakır’da Valiyle beraber gece kulüplerinde yaz tatilini geçiriyordu.

Ezilen halkımızın sömürüye ve onun dayanağı Amerika’ya karşı yürüttüğü demokratik mücadelelerden; öğretmen teşekkülleri, memur sendikaları, harp gazileri, teknik elemanlar, yargıçlar, öğretim üyeleri, astsubay eşleri ve yetimlerle dulların direnişlerini ve bunun gibi birçoklarını saymak  mümkündür.

Bu direniş ve protestoların hemen hemen hepsi, AP iktidarının çıkartmak istediği anti-demokratik kanunlara karşı olmuştur. Hayat pahalılığı ve zamların ayyuka çıktığı yurdumuzda sadece küçük bir grubu memnun etmek  için çıkarılan Personel Kanunu geniş memur kesimini kapsamına almadığı için demokratik direnişler başlamıştır. Bunlardan öğretmen teşekkülleri, memur sendikaları, teknik elemanlar çalıştıkları müesseselerde işleri boykot ettiler ve yürüyüş yaptılar. Astsubay eşleri, harp gazileri, yetimler ve dullar yürüyüş yaparak Personel Kanununu protesto ettiler.

1969 yılında Yargıtay başkanı İmran Öktem’in cenazesine gericiler saldırdılar. Bunu protesto etmek için Ankara’da Yargıtay, Sayıştay, Danıştay ve adliyelerin bütün yargıçları, üniversitelerin öğretim üyeleri ve öğrenciler, bütün devrimci örgütler, başta Dev-Genç olmak üzere, TÖS(Türk Öğretmenler Sendikası), İlk- Sen, DİSK, Per-Sen, Tek-Sen gibi birçok örgüt yürüyüş yaptılar. Sayıları 100 bini geçen bu büyük yürüyüşte; yargı organları yürütme organını protesto ediyordu. Dünyada yargı organlarının temsilcisi yargıçların yürüdüğü ülke sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır. Ama ne yazık ki Türkiye’de yargıçlar yürümeye mecbur olmuşlardır. Ve şunu belirtelim, AP’nin gerici militanları İmran Öktem’in cenazesine saldırdıkları zaman gericileri susturanlar bugün sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan devrimcilerdir.

Gençlik Hareketleri

27 Mayıs’tan sonra yoğunlaşan öğrenci olayları, bilhassa son dört yılda bilinçli bir döneme girdi ve Amerikan emperyalizmi ile yerli ortaklarını tedirgin etmeye başladı.

Öğrenci hareketleri iki amaçla yürütüldü:

  1. Emperyalizme ve ortaklarının sömürüsüne karşı diğer halk kesimlerini desteklemek ve baskılara karşı direnmek,
  2. Öğrencilerin, üniversitelerin sorunlarına dönük mücadele.

Gençlerin meşru ve demokratik direnişlerine iktidarın polisi ve emrindeki gericiler silahla karşı koymuşlardır. Sayıları binleri bulan yürüyüş, miting, forum, boykot ve işgal gibi eylemler daima silahla bastırılmıştır. Gençlik hareketleri içindeki eylemlerin gerekçelerine bakarak bunu daha  iyi anlayabiliriz.

1967 yılında özel okulların devletleştirilmesi için üç yüz öğrenci İstanbul’dan Ankara’ya kadar yürümüşlerdir. O zaman AP ve gerici çevrelerce haksız karşılanan bu talep, bugün bizzat gericiler tarafından uygulanmak üzeredir.

1968 yılında AP Anayasayı değiştirmek istediği zaman okullarda boykot ve işgallere gidilmiştir. O zaman Anayasanın uygulanması için kahramanca direnen ve şehit veren öğrenciler, bugün sıkıyönetim mahkemelerinde hem o işgallerden dolayı hem de Anayasayı ihlalden dolayı yargılanmaktadırlar.

Akdeniz’in saldırgan jandarması 6. Filo’nun İstanbul ve İzmir’e gelişlerine karşı protestolar artmış ve 6. Filo Türkiye’ye uğramaz olmuştur. Devrimci gençler bir-iki yıl da olsa, 6. Filo’nun İstanbul ve İzmir gibi şehirleri kerhane olarak kullanmalarını engellemişlerdir. Fakat bugün aynı 6. Filo, Türkiye’ye rahatça gelmekte ve cinsel ihtiyaçlarını karşılamak için gelenlere iktidar alkış tutmaktadır. Bu konuda 1 Eylül 1971 günü 6. Filo’nun yurdumuza gelişiyle ilgili olarak Amerikan New York Times gazetesinin sahibi C.L. Sutzberger şöyle yazıyor:

Bakanlar artık taşlanmaktan korkmadan Amerikan taraftarı konuşma yapabilirler ve Amerikan gemileri de gösteri korkusu olmadan Türkiye’yi ziyaret edebilirler.

Hükümet son zamanlarda afyon ekimini yasaklayan bir kanun çıkarmıştır ki, bu kanunda, Washington’u çok memnun etmiştir.”

Bu sözler, iktidar tarafından uygulanan politikanın kimleri memnun ettiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Diğer taraftan AP emniyet teşkilatları ve valiliklerce kurdurulan Shell, Mobil- Oil gibi Amerikan petrol şirketlerinden yardım alan Ülkü Ocakları, Mücadele Birliği gibi gerici teşkilatları gençlik eylemlerine karşı kullanmıştır.

Diğer taraftan, AP iktidarı zamanında, üç yıl içinde hükümetin cinayet şebekeleri, “Otuz”dan fazla siyasi cinayet işlemişlerdir. Bunların bir kısmı gerici ayaklanmalar tertipleyerek, cihat çağrıları ile ve camilere bomba koyup halkın inançlarını körükleyerek işlenmiş cinayetlerdir. Diğerleri ise planlı yürütülmüş ve polislere para karşılığı işletilmiş cinayetlerdir.

1968 yılında, 6.Filo’yu protesto eden gençlere karşı, misilleme yapan polisler, İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu Yurdunu basarak Vedat Demircioğlu’nu yurdun üçüncü katından aşağıya atmışlardır. Aynı günlerde, Ankara’da yakalanan devrimcilerin adliyedeki davalarını takibe giden Atalay Savaş, Anafartalar Caddesi’nde araba ile çiğnenmiştir.

1969 yılında 6. Filo’nun İstanbul’a tekrar gelişini protesto için yürüyüş tertiplenmiştir. Yürüyüşe katılan 30 bin işçi, öğrenci ve memurlardan oluşan büyük bir halk topluluğuna, Dolmabahçe Camii’nde cihat çağrısıyla toplanan  bin kişi civarındaki gerici güruhu saldırmıştır. Polislerin gericilere yardım ettiği bu saldırıda Mehmet Ali Aytaç ve Duran Erdoğan öldürülmüştür. Aynı yıl Eylül ayında İstanbul Üniversitesi yakınında Taylan Özgür’ü gazete okurken polisler kahpece vurmuşlar ve sonra da devletin arabasına binerek olay yerinden uzaklaşmışlardır. Bu cinayetten birkaç gün sonra Mehmet Cantekin ve  Mehmet Büyüksevinç, Mücadele Birliği, Ülkü Ocakları ve Emniyet Teşkilatına mensup gericiler tarafından açılan yaylım ateşi sonucu ölmüşlerdir. Battal Mehetoğlu, gericiler Dolmabahçe Camii’nde sabah namazından çıktıktan sonra Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi önünde nöbet bekleyen polis arabalarından arkalarına pusu kurarak açtıkları yaylım ateşiyle vurulmuştur.

1970 yılında Ülkü Ocaklarına bağlı faşistler Hacettepe Üniversitesi’ne arabayla gelmişler ve öğrencilerin üstüne yaylım ateşi açarak Doktor Necdet Güçlü’yü öldürmüşlerdir. Aynı yıl faşistler İstanbul Çapa Enstitüsü’ne ve Ankara’da Fen Fakültesi’ne saldırarak, Hüseyin Aslantaş ve İlker Mansuroğlu’nu öldürmüşlerdir. Yine 1970 sonlarında Ankara Fen Fakültesi’nde faşistler pusu kurmuş ve okuldan çıkarken Recep Sakın, Nail Karaçam ve Mehmet  Demir’in üzerine ateş açmışlar, Nail hemen ölmüş Recep Sakın ve Mehmet Demir ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmışlardır.

İstanbul’da   Gamak   ve   Gislaved   fabrikalarına   saldıran   polisler  işçilerden

Hüseyin Çapkan ve Şerif Aygün’ü öldürmüşlerdir.

İzmir Aliağa Rafinerisinde, işvereni protesto eden Yapı İşçileri Sendikası Başkanı Necmettin Giritlioğlu öldürülmüştü.

Ankara Sağlık Personeli Sendikası’nda çalışan Hıdır Altınay yakalanarak Ankara Emniyetine götürülüp işkenceyle öldürülmüş ve sonra da intihar süsü vermek için Emniyet Sarayı’ndan aşağıya atılmıştır.

Balıkesir  Öğrenci  Yurdu’na  polislerin  yaptığı  baskında  ise   Niyazi     Tekin öldürülmüştür.

5 Mart 1971 günü ODTÜ’ye saldıran güvenlik kuvvetleri Erdal Şener’i öldürmüşlerdir. Hafif ve  ağır  makineli silahların kullanıldığı bu  saldırıda  okul her taraftan kuşatıldığı için kendi mermileriyle Mevlüt Meriç isimli askeri ve  bir işçiyi de öldürmüşlerdir.

Tunceli’de Pir Sultan Abdal piyesi oynanırken Emniyet sabote etmiş ve polisler tarafından Mehmet Kulan isimli köylü yurttaş öldürülmüştür. Amasya ve Hatay Türkiye İçi Partisi İl Başkanları, Emniyet Teşkilatı tarafından planlanarak öldürülmüştür.

Kırıkhan’da polisler camiye bomba koymuş ve peşinden gericiler tahrik ederek katliama girişmişler ve bir kişiyi öldürmüşlerdir.

Üç yıl içinde bu kadar siyasi cinayeti işleyenler hiçbir takibata uğramamışlardır.

Bugün demokrasi şampiyonu geçiren ve idam fermanı geçiren sıkıyönetim savcılar… Sizlere sesleniyor ve göreve çağırıyoruz. Cezaevleri devrimcilerle dolu iken, bu kiralık katillerden bir tanesini dahi olsun neden  yakalamıyorsunuz? Yoksa bu kadar siyasi cinayet, peşine düşülmeyecek kadar önemsiz midir? Devrimciler vatana ihanetten yargılanırken, bu cinayetleri işlemek vatan görevi mi kabul edilmektedir? Bu cinayetleri işleyenlerin birçoğunu biliyor ve duyuyoruz.

  1. Taylan Özgür: Polis İhsan Çakıcı tarafından vurulmuştur, terfi ederek komiser olmuştur ve halen İstanbul Emniyet Teşkilatında çalışmaktadır.
  2. Nail Karaçam: Polis Sabri Can, Mahir Özsoy, Hasan Ali Arıkan ve Sami Bal(Ülkü Ocaklarına bağlı faşistler) tarafından vurulmuştur.
  3. Hıdır Altınay: Ankara Emniyeti, eski İkinci Şube Müdürü Mustafa Erdoğan ve aynı şubede komiser Selçuk tarafından hunharca öldürülmüştür.
  4. Doktor Necdet Güçlü: İbrahim Doğan(Ülkü Ocaklarına bağlı faşist) tarafından,
  5. Necmettin Giritlioğlu: Kazım Soyuncu tarafından,
  6. İlker Mansuroğlu: Sabri Can, Mahir Özsoy ve Sami Bal tarafından,
  7. Mehmet Cantekin: Semih Topçu ve Aldülkadir Akpınar(Mücadele Birliği’ne bağlı gericiler) tarafından öldürülmüşlerdir.

Bütün bu kiralık katiller halen İstanbul Emniyet Teşkilatında ve sıkıyönetimin emrinde çalışmaktadırlar. Bugünkü iktidar tarafından ortaokul öğrencileri dahi sınıf diktatoryası kurmaktan yargılanırken, siyasi cinayetlerin katilleri korunmakta ve taltif almaktadırlar. Cinayetlerle ilgili sivil mahkemelerdeki bir kısım dosyalar yok edilmiştir.

Toprak Reformu

İnönü hükümetinin Tarım Bakanı Cavit Oral yeni bir tasarı hazırlamıştır. 1945’teki Toprak Reformunun yapılmasını engelleyenlerden ve kendisi Adana’nın büyük toprak sahibi ailelerinden olan Cavit Oral bu işin kurnazlıklarını  çok  iyi  biliyordu.  Hazırladığı  tasarı,  görünüşte  arazi  limitini

20.000 dönümden 5.000 dönüme indiriyordu. Fakat kamulaştırmada esas “Çiftçi Ailesi” değil, “kişi” oluyordu. Bunu duyan örgütlenmiş ağalar arazilerinin mülkiyetini yakın akrabaları arasında paylaştırmış, böylece kişilerin elinde 5.000 dönümden az arazi kalmıştır. Bu tasarı da geciktirici bazı hükümler konularak uygulanmamıştır. Aslında uygulansa idi dağıtılacak arazi yine bulunamayacaktı. Bundan sonra iki yıl Toprak Reformu’ndan bahsedilmemiştir.

1965 yılında Bağımsızlar-CHP koalisyonu döneminde Tarım Bakanı Turhan Şahin yeni bir tasarı hazırlamıştır. Bu tasarı Toprak Reformu’nun 25 yılda yapılmasını öngören, ılımlı bir öneri idi. İnönü tasarının çabuk kanunlaşmasını temin için ortak bir komisyon kurularak incelenmesini istemiştir. Fakat karma komisyon, teklifi, büyük toprak ağalarının temsilcisi 30 CHP’li milletvekilini oylamaya katılmamasıyla reddetmiş ve bu tasarı da rafa kaldırılmıştır.

AP iktidarı döneminde ise Toprak Reformu için hiçbir çaba pekiştirilmemiştir. Tam tersine ağaların çıkarları pekiştirilmiştir. Cumhurbaşkanının vetosuna rağmen, toprak ağalarının işgal ettikleri devlet arazisine daha kolay sahip çıkma olanağını sağlayan Tapulama Kanunu Mecliste kabul edilmiştir.

Toprak Reformu çabaları, toprak ağalarını birleşmeye ve örgütlenmeye zorlamıştır. 1965 yılında tasarı ortaya çıkınca, Ege toprak ağalarının örgütü olan Çiftçiler Birliği şöyle diyordu:

Tasarı kanunlaşırsa üretim düşer, açlık olur. Çıkacak arazi ihtilaflarını önlemeye devletin zabıta gücü yetmez.”

Söke’de 23 bin dönüm arazi sahibi olan Fahri Tanman’ın başkanlığındaki Türkiye Çiftçi Teşekkülleri Federasyonu, toprak reformunu komünistlik olarak ilan etmiştir. Federasyon Hür insanlar uyanınız adlı broşürde şöyle demektedir:

“Hepinize birden yani Moskova’ya uşak olmayan her şerefli insana kızıl ihtilal geliyor! Canınızı, ailenizi, namınızı, namusunuzu katliamdan korumak için çaba göstermek zorundasınız. Türkiye, tarihinin en kritik devresini yaşıyor… Komünizmin şerrinden kurtulmak için formül tektir. Ona kendi usulleriyle, yani kuvvetle saldırmak, suratına tükürmek, yumruğunu tepesinden eksiltmemek ve onu böylece namuslu insanlardan ayırmak, kızıl ve lekeli suretiyle yalnız ve ortada bırakmaktır.”

Fahri Tanman ayrıca, takma adla bazı bildirileri de orduya dağıtmıştır. Bu bildiriler zamanın Milli Savunma Bakanlığı’nca açıklanmıştır. Ve bildiride görüldüğü gibi toprak ağaları gerekirse Anayasanın öngördüğü toprak  reformunu önlemek için savaşacaklarını söylemekten çekinmemektedirler.

Bugün, Erim iktidarı döneminde Toprak Reformu gene günümüzün konusudur. Başta AP olmak üzere, Güven Partisi, Demokratik Parti gibi bünyesinde toprak ağalarını bulunduran partiler karşıdırlar. Buna karşı Toprak Reformu’nun yapılmasını isteyenler CHP’nin bir kısmıyla iktidardaki bakanların bazılarıdır.

1950 yılından bu yana Amerika toprak ağalarıyla çok sıkı ittifak halindedir. Fakat 1961 yılından beri sanayi kesimindeki gelişim Amerikan ortağı  patronların artması ve güçlenmeleri toprak ağalarını önemlerini kaybetmelerine sebep olmuştur. Mevcut iktidarın yaşama olanağı zayıftır. Bu durumda, Amerika toprak ağalarıyla ittifaktan vazgeçerse ki mümkündür, o zaman ekonomi geçici bir süre de olsa kısmen düzelecek ve Toprak Reformu yapılarak geniş köylü kesimi uzun yıllar kandırılabilecektir. Ayrıca Toprak Reformu yapılacağı için kapitalist gelişme hızlanacaktır ve toprak ağaları ittifakı yerine Amerika- patronlar ittifakı daha da güçlenecektir. Şimdiden kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Şu kadarını söyleyelim, Toprak Reformu sorunu Amerika’nın tutumuna göre bir iktidar değişikliğine sebep olabilir.

Mücadelemizin Yolu

Ülkemiz, bugün bütün bu anlattıklarımızın ışığında yarı-bağımlı, yarı-sömürge, geri bir kapitalist ülkedir. Türkiye’yi bu duruma getiren güçler, aynı durumun devamını sonuna kadar sağlamaya çalışacaklardır. Bu güçler, ulusal olmayan çıkarlarıyla Türkiye halkıyla çelişen, gayri milli sınıf ve zümrelerdir. Bir de, Türkiye’nin yarı-bağımlı ve sömürge durumuna son vermek isteyen, yurdumuzu Kurtuluş Savaşı sonrası onurlu, haysiyetli Türkiye durumuna getirmek isteyen güçler vardır; bu güçler milli olan, çıkarları ulusun çıkarlarıyla bir olan, ulusal sınıf ve zümrelerdir. Bu sınıf ve zümreler, bugüne kadar “vatan-millet” kavramlarını demagojik olarak ağızlarından düşürmeyen, aslında gayri-milli  olan güçlere karşı birleşip savaşmak durumundadırlar. Bunu yapamadan, Türkiye’yi emperyalizmin vesayetinden, içinde bulunduğu çağdışı koşullardan kurtarmak mümkün değildir.

Bu mücadelenin biçimine geçmeden önce sınıflı Türkiye toplumunda hangi sınıf ve zümrelerin devrimci, hangilerinin gayri milli olduklarını ve herkesin istediği gibi, istediği anlamda kullandığı “ulus” kavramının ve ulus karakterlerinin neler olduklarını açıklamak yerinde olacaktır kanısındayız. Çünkü her zaman olduğu gibi, bugün de Müslümanlık ve Türklük gibi nitelikler ulusal karaktermiş gibi söylenmekte bu niteliklere sahip herhangi bir kişinin ulusun  bir  bireyi olabileceği anlamı doğmaktadır. Oysaki milli olmayan sınıf ve zümrelerde Türk ve Müslüman olabilirler.

Nedir “ulus” ve “ulusun karakterleri”?

Bir topluma ulus diyebilmek için, o toplumda hangi özelliklerin var olması gerekmektedir?

  1. A) Dil Birliği: Aynı bir ulusun üyeleri aralarında, ortak bir dil aracılığıyla, ulusal dil aracılığıyla anlaşırlar. Dil bir sınıfın ya da bir zümrenin malı değil tüm ulusun malıdır.

Emperyalistler bir ülkeyi sömürge haline getirirken başta kendi dillerini halka öğreterek, ulusal dili ortadan kaldırmaya çalışırlar(Afrika’da, Latin Amerika’da, Fransız, İngiliz ve İspanyol sömürgecilerinin yaptığı gibi). Çünkü ulusun kendi öz dilini koruması ve yabancıların diline rağbet etmemesi giderek sömürgeciliğe karşı maddi bir direnme doğurur.

  1. B) Toprak Birliği: Ulus, aynı zamanda bir toprak bütünlüğüdür. Her ulus tarihin bir ürünüdür. Aynı topraklar üzerinde, beraberce yaşanan uzun bir hayat olmadıkça ulus olmak mümkün değildir. Topraklarının bir bölümünün yabancılar tarafından işgaline, halklar bunun için karşı
  2. C) İktisadi Bütünlük: Ulusal toprağın ayrı ayrı parçaları arasında, bir iktisadi bağlantının bulunması zorunludur. Bir ulus aynı zamanda bir pazardır da. Pazar; toprağın ayrı ayrı bölümlerinden gelen üretimler arasında değişim, mübadeleyi sağlar. Bu şekilde yaratılan, ortak iktisadi yaşantı birliği, ulaşım, yol ve araçlarının gelişimi ile güçlenir.

(Kurtuluş Savaşı’nda, yurdumuzu işgal eden düşman güçleri ve onların yerli ortakları, bu nedenledir ki, Türkiye’yi birkaç ayrı parçaya bölmek istiyorlardı. Halkımızı köleleştirmek için toprak bütünlüğümüzün ve iktisadi yaşantı birliğimizin bozulması gerekiyordu.). Bu durumda, ulusal olmayan şey sınıf mücadelesi değildir. Çünkü sınıfların varlığı iktisadi bir gerçeğe dayanır. Sınıf mücadelesi, ne denli keskinleşirse keskinleşsin toplumun dağılmasına sebep olmaz.

  1. D) Ortak ruhi şekillenme: Hayat şartlarında sürekli bir birlikte ve beraberlik sonucu  bir  ulusun  bireylerinde,  ortak  psikolojik  özellikler  ortaya çıkar. Dil birliği de bunu zamanla yaratacak en önemli unsurlardandır.  Bu durum her ulusu öteki uluslardan ayıran niteliklerden birisidir. Ruhi şekillenme birliği, en yüksek ifadesini kültür birliğinde bulur. Her ulusun, özgür durumunu yansıtan bir kültür mirası vardır. Bu ortak kültür mirası ulusun bireyleri arasında güçlü bir bağ yaratır.
  1. E) Tarihi olarak teşekkül etmiş istikrarlı birlik: Ulusun diğer öğeleri, tarih boyunca gelişir oluşurlar. Milli birlik de tarihi bir üründür. Durmuş, oturmuş olması, istikrarlı olması gerekir. Ulusun maddi temelleri bunlardır. Bu niteliklerin her biri önemli olmakla birlikte birinin varlığı ya da yokluğu ulus anlamını değiştirmez. Örneğin, ayrı uluslar aynı dili konuşabilecekleri gibi, bir ulusta da ayrı diller konuşulabilinir. Ancak bu niteliklerden bir kısmının ortadan kalkması, ulusun maddi varlığını tehlikeye düşürür.

Irk, ulusal birliği meydana getiren öğelerden biri değildir. Biyolojik bir etkendir. Hiçbir biyolojik etken, toplumların tarihi evreninde belirleyici bir rol oynayamaz.

Irkçılık, ulusların düşmanıdır. Kendilerini “seçkin ırk” diye ilan eden ve halkların bağımsızlığını ayakları altına alan Hitlerciler, bunu kanlı bir şekilde ispat ettiler. ABD emperyalizmi, Vietnam’da, Kamboçya’da, Laos’da, Panama’da ve daha birçok yerde aynı örneği izliyor. Emperyalistler sömürge ülkelerindeki tahakkümlerini haklı göstermeye çalışmak ve halkları birbirine kırdırmak için, ırkçılık temalarını geliştirirler. Kurtuluş Savaşımız da, Yunanlıların Anadolu’yu işgale kalkışmaları, böyle ırkçı bir körüklemenin sonucuydu. Megalo-İdea peşindeki Yunan ırkçıları böyle bir maceraya girerek hem Yunan ulusuna hem de ulusumuza ağır kayıplar verdirdiler. Yine Kore Savaşı’nda ABD’nin Kore yurtseverlerini bize aşağı bir ırktan gelen kişiler olarak tanıtması, tahakküm ve müdahale politikasını haklı göstermek içindi.

Irkın, ulusal karakterlerinden sayılamayacağı gibi, din ve devlet de bu karakterlerden değildir. Örneğin İsrail bir devlet olarak vardır. Ama bir İsrail ulusu yoktur. İsrail Devleti sınırları içinde Arap halkı ve İbrani halkı yaşamaktadır. Bu iki halkın birbirleriyle kültür alışverişleri çok zayıf olduğu gibi(ki, İsrail hükümeti Arap halkı üstünde baskı yaptıkça bu daha da zayıflamaktadır) tarihsel gelişmeleri de ortak değildir. Ayrıca Arap halkının demokratik haklarına sahip olamaması komşu Arap uluslarıyla ortak dil, kültür, psikolojik birlik içinde olması, İbranilerin de her birinin yakın zamana kadar başka başka ulusların kültürel, ekonomik, psikolojik etkileri altında olmaları, ulusun teşekkülünü engellemektedir.

Hindistan’da, Sovyetler Birliği’nde, Endonezya’da ayrı dinleri kabul etmiş topluluklar yaşamaktadır. Bu durum onların ulus olmalarını engellememiştir. Yine; Türkiye, İran, Pakistan, Mısır, Suriye Müslümandırlar. Fakat her biri ayrı bir ulustur. Bu karakterler açısından bakınca, ulus;

“Dil, toprak, iktisadi yaşantı birliğinin ve ortak kültür biçiminde beliren, ruhi şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihi olarak teşekkül etmiş istikrarlı bir topluluktur.”

Türkiye’de böylesi topluluklardan birisidir ama Kurtuluş Savaşı Türkiye’si gibi değil.

Şimdi, kimler ulusçudur Türkiye’de? Kimler ulusa karşıdır, halka karşıdır, gayri millidir? Buna gelelim.

Türkiye toprağının, rakamla 35 milyon metrekaresi ABD emperyalizminin silahlı gücüne terkedilmiştir. Sahiller yabancıların yağmalarına açık tutulmuştur. Köylüler ağalarca topraklarından edilmişlerdir. NATO antlaşması bir savaş halinde, yurdumuzun tüm halkımızla birlikte, birkaç dakika içinde yok olmasını bünyesinde taşıyor. Çünkü 20. yüzyıl savaşı nükleer, termonükleer bir savaştır. Ve NATO stratejik olarak, herhangi bir dünya savaşında Türkiye’yi yem olarak kullanacaktır. Amerikan askeri üstleri milli güvenliğimizi ortadan kaldırıcı bir nitelik taşımaktadır.

Ekonomide, milli bir ağır sanayii yerine, dışa bağımlı yabancı büyük tröstlerle bütünleşmiş, montaj sanayii, lüks eşya fabrikaları kurulmuş ve desteklenmiştir. Bu ulusal sanayinin canına okuduğu gibi, çıkarları ulusun çıkarlarıyla çelişen gayri milli bir sınıf yaratmıştır. Bu sınıf azınlık olmakla birlikte korkunç bir şekilde örgütlenmiş ve Türkiye’yi mali oligarşinin basit bir pazarı haline getirmiştir.

Misak-ı Milli içinde bir halk olan, Türk halkıyla tarihi bir kardeşlik  sınavı vermiş bulunan Kürt halkının dili, kültürü, emisyona tabi tutulmuş, bu halkın öz dili ve kültürü ortadan kaldırılmak istenmiştir.

Bugünkü be yarınki kuşakların, kendi yaşamlarına, öz değerlerine ve ulusal sorunlarına yabancı kılmak geniş anlamı ile kuşakları, sömürüye yatkın hale getirmek, ulusal kültürü temelden etkilemek için de elden gelen yapılmıştır. Meşhur “Bin Temel Eser” bunun içindir. Sel gibi gelen çeviriler, kovboy filmleri, yabancı müzikaller, fotoromanlar, ekstra magazinler, Red-Kit benzeri kitaplar, bunun içindir hep. Magazin satan gazeteci kulübeleri önünde sabahtan akşama kadar kirayla Tommiks, Teksas okuyan 7 yaşından lise öğrencisine kadar çocuk kuyruğu vardır. Adi bir kovboy filmi ya da onun kötü bir kopyası bir Yeşilçam filmi oynatan taşra sinemaları, haftalarca dolup boşalır durmadan. Nasıl sağlanmıştır bu? Bütünüyle dış etkiler altında kalmış, ulusal kimliği yok olmuş, yararsız bir eğitim yüzünden. Neden ulusal sinema yoktur? Neden ulusal tiyatro yoktur, ya da taşrada oynayamaz? Ulusal kültüre, gelişime düşman olanlar perdeleri yaktırır. Oyunculara işkence ettirir de onun için.

İşte bunları yapanlardır gayri milli olanlar! Bunlardır hain olanlar! Bu çizgiyi itirazsız ve yanlışlığını bile bile kabul edip izleyenlerdir.

Türkiye’de bugün iki cephe vardır:

Birincisi; yurtseverlerin, devrimcilerin cephesi. İkincisi de; emperyalizmin, işbirlikçi sermaye, feodal mütegallibe ittifakı gerici cephesi.

Bu karşı-devrimci gerici cephenin tam anlamıyla 1950’de iktidara geldiğini, 27 Mayıs İhtilaliyle durumunun az da olsa sarsıldığını, ancak 1965 seçimlerinde, Demokrat Parti mirasçısı olarak tekrar iktidarı ele geçirdiğini, daha önce somut örneklerle anlatmıştık. Baş mirasçı, AP’nin başında Demirel vardı.(…………….) Ve bu kişi gayri milli kimliğiyle karşı-devrimci gerici cephenin politika alanındaki bir temsilcisi olarak şu kadar yıl Başbakanlık yaptı Türkiye’de. Şimdi de hala emperyalizmin ve işbirlikçi sermayenin verdiği destekle oturup durmaktadır yerinde.

1961 Anayasası, DP’yi mahkûm etmiş bir hareketin, bir ihtilalin yasasıydı. Ve ona karşı yapılan 27 Mayıs İhtilalini, “Türk ulusunun meşru direnme hakkı” olarak niteliyordu. Ve biz bugün bu Anayasayı yok etmekle suçlanıyoruz.

Demirel; partisinin 5. Büyük Kongresinde şöyle konuşuyordu:

Daima saygı ile andığımız, DP’nin kapatılmasından sonra, bu çatı altında tekrar kalkınma meşalesini yakmaya karar verdiğimiz zaman, 10 sene sonra hangi noktaya geleceğimizi kestirememiştik. Ve bugün AP, sönmeye yüz tutmuş DP’nin kalkınma meşalesini yakmış ve yurdu ta Edirne’den Posof’a kadar imar ve ihya etmeye, nura kavuşturmaya başlamıştır.”(Son Havadis gazetesi ve 23.10.1970 tarihli Cumhuriyet gazetesi başyazısından)

Bu durumda meşru olan 27 Mayıs İhtilali ve 1961 Anayasası mıydı, yoksa AP ve Başbakan Süleyman Demirel’in Başbakanlığı mı?

Emperyalizmin işbirlikçileri ortaklığı, halkımızı çağdışı koşullar altında tutmaktadır.

Şeyhlik vardır Türkiye’de. Doktor nedir bilmeyen yoksul insanlar, onların idrarını içerek, bastıkları toprağı muska yapıp saklayarak dertlerine derman aramaktadırlar. En küçük şeyh bir düzine köyü mürit edinmiştir kendine. Her şeyhin gücüne orantılı halifeleri vardır. Bunlar kasabalarda otururlar ve faizcilik, tefecilik yaparlar. Halifelere de bağlı düzinelerce çavuş vardır. Çavuşlar, hem okur yaşa gelmiş çocukları okuturlar eski usulle, hem de büyük şeyhin propagandası yapıp “cerhak”ını toplarlar.

Şeyh Selahaddin, Şeyh Sait’in oğludur. Doğu Anadolu’da yüzlerce köyü kendine mürit edinmiştir. Desteklediği partiye, bir düzineden fazla milletvekili sağlayabilecek güçtedir.

Şeyh Kasım Küfrevi, milletvekilidir. 1965 seçimlerine YTP’den aday olmuş,  bu partiye iki sandalye sağlamıştır. 1969 seçimlerine GP’den katılmış,  tüm oyları da kendisiyle birlikte bu partiye kaymıştır.

Adalet Partisi’nin zor günde transfer ettiği Ulusoylar da bunun bir başka örneğidir.

Toprak ağalığı sorunu herkesçe bilinmektedir. Toprak ağasının emrindeki eğitimden, sosyal yaşamdan nasibini alamamış köylünün, ağadan bağımsız düşünemeyeceği, hüküm yürütemeyeceği ortadadır.

Türkiye bu çağdışı koşullardan kurtarılmadıkça, Süleymancılık, Nurculuk, şeyhlik, derebeyi artığı toprak ağalığı ve işbirlikçi sermaye kurumları tasfiye edilmedikçe DP’ler, AP’ler hep iktidara geleceklerdir. Ve hem de “milli irade”yi temsil ettiklerini söyleyeceklerdir.

Gerici emperyalist ittifakın dışındaki siyasi partiler de, oy kaybı korkusundan bu kurumlara dokunmaktan öcüden korkar gibi korkmaktadırlar.

Mali oligarşinin, emperyalizm-işbirlikçi sermaye ve feodal mütegallibe ittifakı cephesinin, Türkiye’nin kaderine ve tüm az gelişmiş ulusların kaderlerine  ördüğü   bir   ağdır   bu.   Karşı-devrimci,   gerici   cephe   böylesine  örgütlüdür.

Politikası, sahte demokrasicilik şartlarını sürdürmek ve bu şartlar altında vesayet ve sömürü sürdürmek politikasıdır.

Karşı-devrimci cephe bu politikayı sürdürdüğüne göre, devrimci ve millici güçlerin politikası; her ulusal sınıfın, kendi öz siyasi örgütü ve gücüyle orantılı olarak Türkiye’nin gelişimini etkileyebileceği, demokratik düzeni kurma ve bunu başardığı ölçüde tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’yi kurma yolunda mücadeledir.

Gerici üçlü ittifaka karşı koyacak, devrimci potansiyele sahip sınıflar, işçi sınıfı ile şehir ve köy küçük burjuvazisi ve onun aktif kesimi olan asker-sivil aydın zümredir. Devrimci sınıfların, başta işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün önlerine çıkan anti-demokratik engelleri aşıp bilinçli ve örgütlü güçler olarak Türkiye’nin tarihi gelişimine damgalarını vurmaları kaçınılmazdır. İşçi sınıfı ve yoksul köylülük, sınıf bilincine vardığı ölçüde bağımsız ve demokratik Türkiye’nin en tutarlı savunucuları olacaklarından toplumumuzun gerçek anlamıyla en  millici ve demokratik güçleridir de.

Ulusal varlığımızı yok etmek isteyen emperyalizm ve yerli ortaklarına karşı, millici ve devrimci sınıfların takip etmeleri gereken Milli Demokratik Devrim stratejisi, hareketimizin çizgisidir. Diğer bir anlamıyla bütün millici sınıf ve tabakaların ortak devrim anlayışı, Milli Kurtuluş Savaşı’nın bu savaşı ve onun başındaki Mustafa Kemal’i yok edici, ortadan kaldırıcı bir düzen kuran, karşı- devrimci-gerici ittifaka karşı yapılmış olan 27 Mayıs İhtilalinin ve 1961 Anayasasının bir devamı ve tamamlayıcısıdır.

Bunun içindir ki, bizler; Türkiye toplumunun tarihi geçmişinde sağlam olan ulusal ve devrimci olan ne varsa onun mirasçısıyız.

Ve bizler, emperyalizmin, yerli işbirlikçilerinin ve onların ittifak kurduğu çağdışı, bilimdışı kurumların tasfiyesinin ancak, tüm yurtsever sınıf ve tabakaların ortak devrim stratejisi olan “Milli Demokratik Devrim”le olabileceğine inanıyoruz. Yurdumuzun bu noktaya, çok güç ve zor şartlar altında ulaşabileceğinin de bilincindeyiz. En az, Atatürk’ün kumanda ettiği Milli Kurtuluş Savaşı kadar zor ve çetin. Ama mümkün. Şimdiye kadar ki şartlar bizi mücadelemizden yıldırmadı, bundan böyle de yıldırmayacak.

SONUÇ

Toplumumuzun bir ferdi ve bir vatandaş olarak düşünmek zorundayız… Başlarımızı ellerimiz arasına alarak ciddi ciddi düşünelim ve kendimize şu soruyu soralım: “Türkiye neden kalkınamıyor?”

Bu sorunun cevabı, elli yıllık tarihimizin acı gerçeğidir. Türkiye’nin kalkınamamasına ve geri kalmasına sebep kimlerdir? Yarım asır önce Bağımsızlık Savaşı verdik ve emperyalist ülkeleri dize getirerek bağımsız bir ülke olduk. 1923 yılından sonra Türkiye’yi sömüren, sermayesini dışarıya akıtan bir devlet yoktu. 1923–1939 yılları arasında hiçbir yabancı devlete imtiyaz verilmedi ve üstelik Osmanlı Devleti’nden kalma borçlar ve yabancı şirketlerin imtiyazları kaldırıldı. Tam başarılı olmamasına rağmen, hiçbir yabancı ülkeye imtiyaz verilmeden, tamamen iç kaynak ve imkânlarla yurdun kalkınması için çaba sarfedildi. Fakat 1939 yılından sonra Türkiye, tekrar emperyalist ülkelere avuç açmaya ve 1945’te ise kapılarını açmaya başladı. Ve nihayet 1945 yılından beri Türkiye, Amerikan dolarlarının cirit attığı bir pazar durumuna geldi. Şimdiye kadar olan savunmamızda Amerika’ya verilen imtiyazları, imzalanan ekonomik, askeri, siyasi ve kültürel antlaşmaları inceledik. Gördüğümüz gerçek şudur:

Bu imtiyaz ve antlaşmaları Amerika, silahlarla, atom bombalarıyla kabul ettirmedi. Hepsi belirli kişi ve zümreler tarafından masa başlarında imzalandı. Bu vatan, bunca madenler, Amerikalılara üs olan dağlar ve ulusumuzun onuru, bir avuç satılmış tarafından içki masalarında satıldı.

Bir gün bu satılmışları yargılama günü gelirse ki gelecektir; suçlu sandalyesine suçun asıl sahibi bu kişiler ve sınıflar oturursa, şunu gözlerimizle görecek, kulaklarımızla işiteceğiz: Paraları ve karları uğruna o kadar temkinli ve dikkatli, fakat yurt sevgisinden de o kadar yoksundurlar ki, vatanı bir tek viski kadehine dahi sattıkları olmuştu. Gün gelecek bunu göreceğiz.

Çağımızda, yani yirminci yüzyılda sermayenin vatanı yoktur. Sermayedarın vatanı ise parası nerede çok kar getiriyorsa orasıdır. İşte bu yüzden yurdumuzu Amerika’ya peşkeş çeken bir avuç hainin karı ve teminatı Amerikan dolarlarına bağlı olduğu için onların asıl vatanı Amerika’dır, Avrupa’dır. Türkiye bunlar için tüyü yolunacak kuştan başka bir şey değildir. Bunu böyle kabul ettikleri ve bildikleri içindir ki, bir gün gelir bu halk başımıza bela olur, karşımıza çıkar düşüncesiyle sermayesini ve talanını dostu Amerika’yla garantiye almak için askeri ve siyasi antlaşmaları imzalamıştır. İşin esası ve mantığı budur. Silahlı Kuvvetlerden başlayarak bütün kurumları ve fertleri büyük bir titizlikle Amerikanlaştırmaya    çalışıyorlar. Ulusumuzun  benliğini  kaybetmesi ve uyanmaması için her türlü Amerikan ilacını vermekten geri kalmıyorlar. Fakat bütün bunlara rağmen, gene de bir gün ulusun direneceği ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin istedikleri gibi olamayacağını hesaplayarak gerekirse çıkarlarını korumak için son çare olarak Amerikan ordusunu kullanmak için böyle bir durumda Amerikanın müdahale edebileceği şekilde antlaşma imzalamışlardır.

Yurdumuz bu duruma nasıl geldi? Bu sınıf ve zümreler yurdumuzda tarih sahnesine nasıl çıktılar? Bu soruların cevabını birkaç cümleyle açıklamak  faydalı olacaktır. Osmanlı Devleti zamanında iktidarı elde tutanlar bunlardı. Padişah ve Saray bunların emrinde bir kukladan başka bir şey değildi. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra iktidardan düştüler. Kurtuluş Savaşı’nın korkusu ile ve 1939 yılına kadarki bağımsızlık politikası yüzünden pusuda beklediler. Atatürk’ün ölümüyle meydanı boş buldular ve faaliyete geçtiler. Amaçları ne yoldan olursa olsun iktidarı ele geçirmekti. 1950 yılına kadar iyice örgütlendiler. Buna rağmen iktidara gelecek güçte değillerdi. Gelseler bile uzun süre ellerinde tutamazlardı. O zaman tek yol kalıyordu. O da, dış devletlerden destek almak… Zaten o zamanın canavarı Amerika, gözünü dört açmış, dünyada sömürü alanı arıyordu. Amerika ülkemize girmeye hazırdı. Bir avuç satılmış ise, Amerika ile ortak olmayı ve Türkiye’yi öylece sömürmeyi en iyi yol görüyorlardı. Fırsatı kaçırmadılar, birleşerek 1950 yılında iktidara geldiler.

21 yıldır yurdumuzun ekonomisini ellerinde tutan ve buna yakın bir süredir iktidarda bulunan bu sınıf ve tabakaların gücü gün geçtikçe artmaktadır. Sayıları fazla olmamasına rağmen güçleri fazladır. Arkalarına aldıkları Amerika ile kendilerini rahat ve garantide hissetmektedirler.

Halkımızı bir sömürü çemberi içine almışlardır. Bildirimizde de açıkladığımız gibi bu hainler sürüsü; patronlar, ağalar, tefeci, bezirgân ve bunların emrindeki bir avuç uşaktır.

Amerika, yurdumuzda bunların varlığıyla ayakta durmaktadır. Bunların  varlığına son vermeden Amerika’yı yurttan atmak mümkün değildir. Bunlar var oldukça Amerika’da yurdumuzda var olacaktır. Bu yüzden Amerika, Türkiye’deki çıkarlarını teminat altında görmektedir. Bunların satılmışlığı yüzünden Türkiye’de, Amerika o kadar güçlüdür ki, istediği zaman iktidar değiştirir, hoşuna gitmeyen bir kişiyi görevinden atmak an meselesidir. Nitekim bunun örnekleri yurdumuzda defalarca görülmüştür. Aynı durum Amerika’nın sömürdüğü bütün yoksul ülkeler için söz konusudur. Gazete ve radyolarda her gün okuyor ve dinliyoruz. Amerika, Türkiye gibi yarı sömürge ülkelerde sandalye devirir gibi iktidar devirmektedir.

Aşağıdaki sözler Amerikan tekellerinin ve onların emrindeki Amerikan ordusunun en üst rütbeli bir generalinin sözleridir. Amerika, yoksul ülkelerdeki orduları Amerikalılaştırdığından emindir. Pentagon’dan söylenmiştir ki, Pentagon, tekelleri ve Amerikan çıkarlarını silahla korumak için dünyaya ait planların ve oyunların çevrildiği yerdir. Bu sözler, sömürdüğü ülke ordularının, Amerikan orduları olduğunu iddia edercesine söylenmiş ve bu orduların Amerikan çıkarlarını korumak için görevli olduğunu belirtmek için sarfedilmiştir.

Amerikalı General Edward Szutos şöyle diyor:

İnşa ettiğimiz orduların, uluslarası düzeyde hiçbir önemi yoktur… Her ülke kendi ordusu tarafından işgal edilmiştir.”

Bu sözler birer subay olan sizleri bizlerden çok düşündürmelidir.

Aksi halde sorumluluğu ağır bir kara leke, tarihimize silinmeyecek olan damgasını vuracaktır.

Amerika bu çıkar ve sömürüsünü sürdürmek için her türlü tedbire başvurur. Şayet emrindeki iktidar sömürünün devamını sağlayamıyorsa, ekonomik ve politik krizin eşiğindeyse, onu düşürür, halkı kandırmak için yeni bir iktidar getirir. Gelen iktidar ülkeyi kalkındıracağını vaat ederek halkı bir müddet daha soymaya devam eder ve bir müddet sonra da yıpranır, iktidarı başkasına devretmeye mecbur kalır. Bu kandırma ve oyunlarla talan devam eder.

Kısaca; Amerikan emperyalizmi yurdumuzda var oldukça bu talan devam edecektir. Türkiye’nin kalkınması için tek ve zorunlu şart Amerika’nın yurttan atılmasıdır. Hem Amerika, hem kalkınma olmaz. Kalkınma toplumsal bir sorundur. Türkiye’de Amerika var oldukça, toplum kalkınamayacak, fakat  büyük zenginler, komisyoncular ve uşaklar olacaktır. Amerika, yurdumuzda var oldukça, kalkınma değil, tam tersine açlık ve sefalet var olacaktır.

Türkiye’nin kalkınması ve halkın kurtuluşu Amerikan emperyalizminin yurttan atılmasına bağlıdır.

Bağımsızlığımızı kazanmadan, kalkınmak mümkün değildir. Mümkündür diyenler ya bilmeden söylüyorlardır veya çıkarları gereği yalan söylüyorlardır.

İşte bunun içindir ki, önümüzdeki sorun Amerikan emperyalizmini kovmak için mücadeledir. Ve bu mücadeleyi başaracak tek kuvvet vardır o da; Amerikan ortağı, patron, ağa, tefeci ve bezirgânlar dışında kalan ve ezilen tüm Türkiye halkıdır.

Emperyalizm bunu çok iyi bildiği için ve başına birçok defalar bela geldiği için, yoksul ülkelerdeki en ufak bir kıpırdanmadan nem kapar. Bir kuduz köpek ateşten nasıl kaçarsa, Amerika’da bağımsızlık için mücadele edenlerden öyle kaçar. Bunun için de ne pahasına olursa olsun bağımsızlık mücadelelerini daha zayıfken ezmek, yok etmek ve esaret tahtını devam ettirmek ister.

Bizler Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleyi ilk şart gördüğümüz, bu işin de mutlaka silahla kazanılacağına inandığımız için silaha sarıldık ve mücadele ediyoruz. Tek amacımız budur, bunun için Nurhak Dağları’nda mücadeleye başladık. Yoksa sayın savcının dediği gibi Anayasayı ortadan kaldırmak için değil…

Bu arada sırası gelmişken, iddia makamındaki kişiye birkaç sözümüz var: Sayın Savcı,

  1. Amerikan emperyalizmi gayri
  2. Ona ortaklık edenler ulusumuza ihanet etmişlerdir.
  3. Emperyalizme karşı mücadele suç değildir, silahlı mücadele ise Anayasayı ihlal değildir.
  4. Gayri milli olan emperyalizm ve ortaklarının sömürüsü, Anayasaya aykırıdır.

Buna göre iki şey var:

  1. Eğer belli bir hata sonucu, iddianame ve mütalaayı hazırladınızsa dikkatli olunuz; idamını istediğiniz kişiler kasaplık koyun değildir ve siz savcısınız…
  2. Yok eğer yaptığınızın bilincinde iseniz; yolunuz açık

Yayına Hazırlayanlar:

Hüsnü Keşaplı, Onur Keşaplı

Kaynak: İleri Dergisi (Nisan-Mayıs-Haziran 2008)

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimayis2009

Bunu paylaş: