Bir Bilimkurgu Kültü: Terminator
Zamanında ülkemizde birebir çevirisi “yok edici” olarak çevrilmek yerine fazlasıyla benimsenerek “Terminatör” adıyla gösterilen serinin ilk filmi 1984 yılında James Cameron tarafından aslında B film olarak çekildi. Bilimkurgu türüne göre oldukça düşük bir bütçeyle(6 milyon dolar) yola çıkan film gişede yüksek rakamlara ulaşmanın yanında kendine has bir hayran kitlesi sayesinde kısa sürede kült mertebesine ulaştı. Yedi yıl sonra gelen ve 175 milyon dolar gibi dev bir bütçeyle çekilen “Terminator 2: The Judgement Day”, devam filmleri her zaman kötüdür sloganını tersine çevirip izleyiciden ve eleştirmenlerden tam not almanın ötesinde bilimkurgu türünde hem işlediği konu, hem işleyiş yöntemi hem de halen şaşkınlıkla izlenen özel efektleriyle çığır açtı. Filmin tür içindeki özelliği türün temel kodlarından birkaçını ustaca bir araya getirmesiydi. Zamanda yolculuk, robotlar(hatta insana daha da benzeyen -sybernetic organism- syborglar), karanlık bir gelecek, nükleer savaş, kontrolden çıkan teknoloji, yapay zekâ ve mitleştirilen bir kurtarıcı figürü. Bilimkurgunun diğer türler içinde erimeye başladığı bir zamanda kendi türünün kodlarından ortaya çıkan orijinal sayılamayacak ancak etkileyici bir konuya sahip Terminator. Aksiyonun, gerilimin, dramın işlenişi ise tam bir usta işi. Filmi ve tümüyle seriyi özel kılan bir diğer olgu ise sonrasında gelen bilimkurgu eserlerine yeni fikirler sunması ve ilham vermesi. Örneğin bir sonraki bilimkurgu devrimi olarak görülen Matrix serisindeki insan-makine savaşı, yapay zekânın olağanüstü gücü, mitleştirilmiş kurtarıcı hatta seçilmiş kişi bariz bir şekilde Terminator’den esinlenilerek ortaya konmuştur. Bu konuda verilebilecek bir diğer örnek Star Wars’ın ikinci üçlemesinde ortaya çıkartılan “seçilmiş kişi, mitleştirilmiş kurtarıcı” figürüdür. 70lerin sonu ve 80lerdeki ilk üçlemede asla böyle bir tanımlamaya sahip olmayan Anakin Skywalker karakteri Terminator sonrası yeni üçlemesinde bilimkurgu dünyasına çiçeği burnunda mitleştirilmiş kurtarıcısı olmuştur. Tüm bunlar birebir alıntı olmasa da esinlenilme olarak Terminator’un bilimkurgu sinemasındaki öneminin altını bir kez daha çizer.
1984 yılında, soğuk savaşın son ve en “soğuk” perdesine girildiği zamanda yazılan ve çekilen film, nükleer silahlarla donatılmış ağır savunma sisteminin zamanla insan gibi hatalara düşmeyeceği öngörülen üstün bir sanal yazılımın(zekâya) kontrolüne verilmesi ve kendi zekâsının farkına vardıktan sonra tüm silahları insanlar üzerine ateşleyerek dünyayı yerle bir etmesi üzerine kuruludur. Kıyameti andıran bu nükleer saldırı sonucu kendi silahlarıyla kendi yarattığı sanal zekâya yenilen insanlıktan geriye sağ kalmayı başaranları ise Skynet adlı yazılımın ölüm makineleri, yok edici syborglara karşı hayatta kalma mücadelesi bekler. Mucizevî bir şekilde örgütlenen insanlık John Connor önderliğinde makinelere ve Skynet’e karşı direnişi güçlendirir ve savaşı kazanmaya yaklaşır. Anlatılan hikâye rahatlıkla perdeye aktarılabilecek ilgi çekiciliğe ve sürükleyiciliye sahiptir. Ancak Terminator serisini farklı kılan durum tam da burada ortaya çıkar. Neredeyse tüm bilimkurgu filmlerinde izlediğimiz gelecek burada sadece hikâyenin çekirdeği rolündedir. İzleyeceklerimiz ve gelişecek olay örgüsü günümüz dünyasında geçecektir. Çünkü savaşı kaybetmeye başlayan ve buna sebep olarak John Connor’ın var oluşunu gören Skynet, Connor’ı daha doğmadan yok etmek üzere bir zaman makinesi inşa eder ve son model syborg T-800’ü 1984 yılına, John’ın annesi Sarah Connor’ı öldürmesi için zamanda geri gönderir. Direnişçiler bu planı öğrenirler ve makineyi ele geçirirler. John Connor en iyi askerlerinden Kyle Reese’i 1984 yılında annesini yok ediciye karşı koruması için gönderir. İlk filmde Sarah Connor hayatta kalır ve Kyle hayatını pahasına O’nu koruyarak ölür. Serinin devam filminde ise Skynet bu kez bizzat John’ı öldürmek için 1991 yılına en üst yok edicisi olan T-1000’i yollar. Connor ise bu kez ele geçirdiği bir T–800 modelini yeniden programlayarak 1991 yılına kendi çocukluğunu koruması için gönderir. Filmin karakter ve mekân analizinden önce bilimkurgu sinemasının edebiyatından inanılmaz boyutlarda etkilendiğini hatırlamakta yarar var. Zira Karel Capek’in önceki yazımızda değindiğimiz oyunu ve robot sözcüğünün babası “R.U.R” oyunu insanların yarattığı makineler tarafından ele geçirilişini ve sonrasındaki savaşı anlatır. Terminator serisinin ait olduğu türün geçmişini silip atmadan şimdiki zamana ve geleceğe taşımasının önemli bir göstergesi olarak görülebilir bu esinlenme.
Terminator 2’nin aslında en ilgi çekici karakteri başrol olmasa bile olay örgüsünün çekirdeği olan John Connor’ı dünyaya getiren ve büyüten Sarah Connor’dır. İnsan hayatının, hayat vermenin yüceliğini sık sık vurgulayan bir seride hayat veren anne figürünün önemi büyüktür. Linda Hamilton tarafından canlandırılan Sarah ilk filmdeki haklı şaşkınlığını ikinci filmde atmıştır ancak doğal olarak hikâyesine inanmayanlarca akıl hastanesine konmuştur. Rol için inanılmaz bir değişim geçiren Hamilton kadınlığın gücü de temsil edebileceğinin kanıtı gibidir. Yönetmenin kadın figürüne verdiği önemi ilk filmde direk John Connor’ın çocukluğunu verebilecekken annesini tercih etmesinde görebiliriz. Filmin çekildiği yıllarda Reagon yönetiminde hızla muhafazakârlaşan Amerikan halkına oldukça “laik” bir duruş taşıyan filmde bu tavrı ilk Terminator’de Kyle Reese taşıyorken ikincisinde Sarah’ın bayrağı devralmaktadır. Terminator serisinde kaderciliğe karşı bir duruş vardır. “Kendi yaptıklarımız dışında kader yoktur” cümlesini sık sık duyarız. Gelecek daha yazılmamıştır ve zaman makinesi Skynet’in savaşı kazanma planı olsa da Kyle sayesinde öğreniyoruz ki John geleceğin değiştirebileceği umudunu da taşıyarak geçmişe savaşçılarını gönderir. İnsanlığa bir şans daha verilmesi gibi görülebilir bu durum. Filmi laik duruşu konusunda eleştirenler John’un babası bilinmediği için başlarda O’nun İsa Sarah’ın da Meryem Ana olduğu şeklinde yaklaşmışlardır. Ancak özellikle ilk film dikkatli izlenirse John babasının olduğu sadece konuşmaya değmeyecek biri olduğu söylenir. Tabi geleceği değiştirilebilmesi John’un babası konusunda da gerçekleşir ve Sarah’a âşık olan Kyle kendisini geçmişe gönderen önderinin babası olarak ölür. Sarah karakteri serinin belkemiğidir ve sonrasında James Cameron’dan bağımsız çekilen üçüncü devam filminde Sarah Connor’ın olmaması filmi serinin en kötü filmi yapar. Filmin ikinci kritik karakteri John Connor’ın ta kendisidir. Edward Furlong tarafından başarıyla canlandırılan karakter, düzen karşıtı, çocukluğun verdiği cesaret ve olaylar karşısındaki şaşkınlığıyla gerçekçi bir şekilde çizilmiştir. İlk filmin sonunda edilginlikten etkin konuma geçen Sarah gibi bu filmde de olayların farkında olmayan ve müdahale etmekten aciz John sonlara doğru geleceğin lideri gibi eylemleri uygulamaya başlar. Cyberdyne Sistemleri’ni yerle bir ettikleri bölüm buna en iyi örnek. John’un kamu ve düzen karşıtlığı olarak koruyucu anne-babasına karşı gelmesi, bankamatiklerden para çalması ve muhtemelen ehliyetsiz motosiklet kullanmasını gösterebiliriz. Film boyunca giydiği “Public Enemy” giysisi bu tanımın kostümleşmiş hali gibi. 80lerin sonu ve 90ların başında gangsta rap müziğin muhalif ve politik sesi Public Enemy grubu hükümetin sosyal hayatı felç etmesine, ayrımcılığına, silahlanmayı özendirmesine karşı sözleriyle ünlüydü. Yönetmen James Cameron’un mitleştirdiği kurtarıcı John Connor’a bu güçlü grubun t-shirtünü giydirmesi rastlantı olamaz. Filmin kötü robotu şekilden şekle giren T-1000in polis kıyafetiyle dolaşması yönetmenin bu silahlanma düzeninin, iktidarların temsilcisi polise ve beraberinde kamuya karşı duruşunun resmi olarak görülebilir. Çünkü ilk filmde kötü olan T–800 ve serinin üçüncü filmindeki kötü robot T-X de polis kılığını en azından filmin bir bölümünde girmektedirler. Karakter analizinde iyi robotu oynayan serinin başrolü Arnold Schwarzeneger’in oyunculuğu için bir şey söylenemez çünkü canlandırabileceği tek karakter olan ifadesiz bir makineyi canlandırmış. Ancak T-1000e hayat veren Robert Patrick aylarca kedileri izleyerek hazırlandığı ölümcül syborg rolünde sinema tarihinin en başarılı kötülerinden birine imza atmakta. Rolü gereği az olan vücut dili ve mimiklerini olabildiğinde etkili sunmakta oyuncu. Filmin mekânları olarak günümüz Los Angeles’ı seçilmiş. Tıpkı az gördüğümüz gelecek öngörününse olduğu gibi burada da gündüz sahneleri yok denecek kadar az. Asıl konuşulması gereken mekân zaten yaratılan gelecek imgesi. Bilimkurgu filmlerinin olmazsa olmazı olan gelecek burada türün kodlarını taşıyacak şekilde karanlık, kasvetli ve ölümcüldür. Her taraf yerle bir edilmiştir. Skynet’in avcı uçakları ve dev tankları her yerdedir ve sokaklar harabeler, iskeletlerle doludur. Filmin bir diğer mekânı ise nükleer patlama sonrası yanan ve eriyen şehir ve özellikle çocuk parkıdır. İnsanlığın geleceğinin, gelecek kuşak olacak çocukların yandığı yerdir bu park. Filmin rüya sekansları dışında açılış jeneriğinde de gördüğümüz bu mekânın sonunda alevler içinden T-800’ün insanımsı iskeletinin metal başını görmekteyiz. 1983 yılında James Cameron’ın ter içinde uyanmasına sebebiyet veren ve sonrasın 25 yıldır üzerine konuşulan bir seri yaratmasına sebep olan kâbusta aynen bu sekansı görmüştür yönetmen.
Bilimkurgunun teknolojiyi ve düşsel zenginliği araç olarak kullanıp sosyal bazen de siyasal mesajlar verdiğini söylemiştik. Terminator’un durduğu nokta ise silahlanma yarışının yanlışlığıdır. Kendi yok oluşunu sağlayacak silahları, makineleri, bombaları yaratan, bilimi modern gelişmeyi yaratmak değil yok etmek için kullanan insanoğlu filmin hedef tahtasındadır. Skynet’in gelişiminden dolaylı olarak sorumlu olacak olan bilim insanı Miles Dyson, uçakların ve diğer her şeyin kontrolünü alacak olan bilgisayarların asla yorulmayacağını, insan gibi hatalar yapmayacağını söylemektedir. Bilgisayarlar gerçekten hata yapmayarak dünyayı ele geçirirler. Sarah Connor’ın Dyson’a “senin gibi bilim adamları atom bombasını yaptı. Tek bildiğiniz yok etmek. Peki, içinde bir canlının büyümesi nedir ona hayat vermek nedir bilir misiniz?” şeklindeki uzun ve etkileyici konuşması filmin tavrı konusunda açıklayıcıdır. Bir diğer önemli sahne iki küçük çocuğun ellerinde oyuncak silahlarla birbirlerini vurmaları ve kim kimi öldürdü konusunda yaşadıkları kavgadır. John Connor’ın T-800’e “asla başaramayacağız değil mi?” sorusu Arnold tarafından “birbirinizi yok etmek doğanızda var” şeklinde yanıtlanır. Devrimleri, teknolojiyi, ilerlemeyi yaşamış insanoğlu barışı, öldürmeden birlikte yaşamayı öğrenmekten çok uzaktır. Soğuk Savaş yıllarında yazılan senaryo ilk filmde bu eksende tavrını ortaya koyarken ikinci filmde genel olarak nükleer silahlanmanın getireceği kıyametten söz eder. Sarah Connor’ın rüya sekanslarında bu tekrarlanır. “Kader değil” tavrı işte burada önemlidir. Bunlar yıkıma yol açtı ancak engellenebilir çünkü kaderimiz kendi elimizdedir yaklaşımıyla filmin sonunda her şeyi yok etmeyi başarır anne-oğul ve James Cameron serisini bitirir. Ancak Arnold’un zorlamasıyla Cameron’suz çekilen üçüncü filmde “kader kaçınılmazdır” tavrı ve neo-con muhafazakâr-şahin politikaların California ayağı olan Schwarzeneger sayesinde serinin dokusu bozulur. İlk iki filmde Amerikan bayrağı dahi görmeyiz. Öykünün Amerika’da geçmesi dışında ABD’nin adı geçmez çünkü John Connor Amerikan milliyetçiliğini ya da devletini değil tüm insanlığı zafere taşır. Yine üçüncü filmde serinin klasikleşmiş gelecek görüntülerinde ise bu kez Connor direnişçileri Amerikan bayrağıyla selamlamaktadır. Bu detaylardan dolayı Terminator serisini kült olarak görenlere göre üçüncü film bu seriye ait değildir. İlk iki filmde olağanca yıkıma, vahşete rağmen verilen mesaj hümanisttir, yaşamın ve yaşam vermenin yüceltilmesidir. Hatta ikinci film eğer istersek bir makineye bile sevgiyi öğretebiliriz, insanlığın değerini öğretebiliriz şeklinde sözlerle noktalanır. Bu sözleri söyleyen de tabiî ki Sarah Connor’dır.