Kavram Kargaşası Altında Özgürlük – Onur Keşaplı

Kavram Kargaşası Altında Özgürlük*

Geçtiğimiz ay direniş temasını ele alırken direniş olmadan özgürlüğün gerçekleşemeyeceğini belirtmiştik. Konuyla ilgili çalışmalarımıza ve bu yazının ilk bölümü olarak da görülebilecek “Kavram Kargaşası Altında Direniş”e arşivden ulaşabilirsiniz değerli dostlar. Özgürlük herkesin bildiği ancak net bir biçimde ortaya koyamadığı soyut bir kavram olagelmiştir çağlar boyu. Özgürlükten kimileri toplumsal bağımsızlığı kimileri bireyin haklarını kimileri hepsini bazıları ise hiçbirini anlamak ve aktarmaktadır. İnsanlık tarihinin en büyük devrimcilerinden V. İ. Lenin ise özgürlük kavramı üzerine şunları söylüyor: “Burjuva bireycisi beyler, size şunu söyleyeyim ki sizin mutlak özgürlük konusundaki sözleriniz ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Paranın gücüne dayalı bir toplumda, emekçi kitlelerin sefalet içinde yaşadığı bir toplumda bir avuç zengin asalak olarak yaşarken gerçek bir ‘özgürlük’ten söz edilemez.”  [Edebiyat ve Sinemada Yaşayan Lenin, Çeviri: İsmail Yerguz (Sel Yayıncılık 1. Baskı, 2009), s. 69.]

Ölümünden  sonra  yozlaşmış  olmasına  rağmen  halen  tarihin   en başarılı devrimlerinden birine imza atmış bu büyük liderin sözleri elbette kapitalist-emperyalist dünya sistemine ve bunun öncüsü burjuva ahlakına güçlü bir eleştiri niteliğindedir. Peki, ortada doğru dürüst burjuvası olmayan ve kapitalizmin Lenin öncesi dönemlerdeki ilkel hallerini yaşayan ülkemizde özgürlük kavramı ve eleştirisi üzerinde dururken nelerden söz edebiliriz?

Başlığımıza da ilham kaynağı olan kavram kargaşaları bu konuda bize yardımcı olabilir. İşçi sınıfının ölümsüz önderinden alıntılarla başladığımız yazıya  ülkemiz işçilerinin son büyük eylemi Tekel direnişiyle devam edebiliriz. İşçilerimiz emeklerinin hakkını aramak, direnmek ve ailelerine daha özgür yaşam koşulları sunabilmek uğruna mücadele vermektedirler. Yüce Türk polisinin milletvekillerine bile aldırış etmeden uyguladıkları şiddetin eleştirilmeye bile değmeyecek kadar ucuz, faşizan bir tutum olduğunu düşünüyoruz. Burada asıl dikkat çekici olan gelmiş geçmiş en demokrat(!) başbakanın “tüyü bitmemiş yetimler” edebiyatıyla kuvvetlenen konuşmasında Tekel  işçilerinin  özgürlük  mücadelesini  “ideolojik”  olarak  tanımlaması     ve eleştirmesidir. Ancak daha da vahim olanı bu direnişin başbakanın söylediği gibi ideolojik olmadığını kanıtlamak için yapılan konuşmalar ve savunmalardır. Federasyon başkanları, işçiler ve köşe yazarlarının direnişin ideolojik olmadığını söylemeleri halkımızın hakları ve geleceği açısından oldukça karamsar bir tablo çizmektedir. Gerçekten de bu mücadele ideolojik değildir ve bize göre sorun tam da buradadır. Hakkı yenen işçiler eğer sistem karşıtı bir söyleme sahip değillerse bu ülkede sınıf bilinci olan bir topluluktan söz edilemez. Zaten reklamlarda boy gösteren pek büyük sermayedarlarımıza bakarsak her şey ve en başta sistem “tıkır tıkır” işlemekte. İşçilerin genel olarak paniğe kapılmasına gerek yok, her şey kontrol altında ve söz konusu direniş küçük(!) aksaklıktan ibaret. Bu ruh halinin kökeninde Soğuk Savaş sonrası hâkim entelektüel doktrin halini alan  post modern düşünürlerin “ideolojiler, büyük söylevler bitti” çığlıkları yatmaktadır. Nedense ideolojiler şeytan icadı oldu bir anda(elbette serbest  piyasa ekonomisi ve liberalizm hariç) ve zaten ideolojilere çok yakın durmayan halkımız ilk kez entel(!) kesimle aynı fikirde olduğunu görünce büyük bir haz ve haklılık yaşadı. Ordunun siyasetten uzak durması ve ideolojik davranmaması nicedir en büyük sorunsallarımızdan biri oldu bu ülkede. Bunun haklı veya haksız yanlarını tartışmayı başka bir yazıya bırakarak konuya bir de şu açıdan bakalım dilerseniz; tamam asker ideolojik davranmasın peki ya polis nasıl hareket etsin? Ordunun Kemalistliğinden yakınan sözde özgürlükçü yazarlar polis teşkilatının neredeyse 40 yıldır açık açık Türk-İslam sentezini benimseniş ve uygular olmasından niye hiç rahatsız olmazlar ya da bunu köşelerine taşımazlar? (Unutmadan söylemek de yarar var, bu yazarımsılara sözde özgürlükçü derken askerimizin de Kemalistliğinin sözde olmaktan öteye geçemediği ortadadır.) Son dönemlerde yaşanan asker-polis gerilimi ve daha da önemlisi meclisten apar topar geçirilen silahlanma yasasıyla polise tanınan harp silahları alma yetkisi “ideolojik” tartışmaları daha önemli hale getirmektedir.

Ülkemizin okumuş kesimine göre gerçek özgürlüğün, herkes için özgürlüğün olmazsa olmazı demokrasidir. Bu konuda hükümeti demokrasi savaşçısı gören kafa yapısına eğilmeden önce hükümeti demokrasi düşmanlığı başta  olmak üzere Cumhuriyet tarihimizin tüm kötülüklerinin anası gören kesime okullarda nedense verilmeyen yakın Cumhuriyet tarihinden bir nebze de olsa bahsetmek isteriz.   Bilindiği   gibi   Cumhuriyet   Halk   Partisi’nin   tek   parti yönetiminde ideolojik yelpazenin hem sağ hem sol kutupları partideydi ve dönem dönem birbirlerine üstünlük sağlamaktaydılar. Atatürk’ün en büyük ideallerinden olan parlamenter demokrasiyi hayata geçirmek İnönü dönemine denk gelmiştir ve Celal Bayar, Adnan Menderes ikilisi önderliğinde CHP’den ayrılanlar “Yeter, Söz Milletindir!” söylemiyle Demokrat Parti’yi kurmuşlardır. Partideki bu bölünmenin asıl nedenleri pek konuşulmaz. Topyekûn kalkınma ve miladını doldurmuş düzenin artıklarının tümden temizlenmesi konusunda yapılan atılımlarda Anadolu’nun ve özellikle köylünün önemini bilen dönemin hükümeti Köy Enstitüleriyle eğitim-kültür alanında atılımlar ortaya koyarken kırsalın tek hâkimi görülen ağaları tasfiye amacıyla Toprak Reformunu yani köylüyü, çiftçiyi topraklandırma kanunu üzerine çalışmaktadır. Bizzat kendisi toprak  ağası olan ve reformla birlikte imtiyazlarını kaybedecek olan Menderes, doğası gereği buna karşı çıkar ve kendi partisini kurar. İşin ilginç yanı 1950’de “Yeter, Söz Milletindir” rüzgârına kapılarak DP’yi iktidara getiren halk kitlelerinin büyük çoğunluğu toprak sahibi olma ihtimallerinden sonsuza dek vazgeçen köylülerimiz ve çiftçilerimizdir. Daha başından batılı anlamıyla peşinde olduğumuz demokrasinin güdük kalışı sonraki yıllarda ve günümüzde halen etkisini göstermektedir. Demokrasiden anladıkları sadece halk yardakçılığı olan liderler günümüze uzanan süreçte muhalif olan illeri ilçeye dönüştürme, milletvekili ve odunu aynı kefeye koyma, halk isterse şeriatın geleceğinden söz etme, kadınların imam olamadığı ülkede durmaksızın açılan İmam Hatip liselerine ağırlıklı olarak kız öğrenci yerleştirme, rüşveti devletin en yüksek makamındayken “yasal” hale getirme ve anayasa delip geçmeyi teşvik etme gibi uygulamalarla günümüze gelmişlerdir. Bu sebeple demokrasinin neden işlemediğini sorgularken ya da demokrasi düşmanlığının temeline inmeye çalışırken günümüz iktidarından öteye gitmemek ayrımcılık ya da bilgisizlik kokuyor. Kitaplara, dergilere uygulanan sansürler günümüzde internet ve televizyonda devam etmektedir. İfade özgürlüğünün durmaksızın yerle bir edildiği Türkiye’de hükümeti “aslan demokratlar” olarak adlandırmak bir trajediye yol açmakta. Muhalif olan çizerlere, yazarlara mahkeme yolunu gösteren güç sahipleri muhalif olmamak için çırpınan holdinglere bile dünyayı dar etmektedir. Medyanın üçte ikisine sahip olmanın, yandaş medyanın yanına yandaş sermayeyi yerleştirmenin demokrasi olduğu bir ülkede kaleminden ötürü yargılanan  ve  katledilen  Hrant  Dink’in  katiline  uygun  görülen  cezanın  iki katının bu süreci kitabında işleyen ve eleştiren bir yazara uygun görülmesi özgür(!) basınımızda pek yer bulmaz.

Ergenekon’dan yola çıkıp kozmik dünyalara dalanların derin devleti yok edeceğine inanmak hayal gücünün fazlasıyla dışında. Zira altmış yıldır ülkeyi yönetenler halen iktidarda olduğundan kendi derin devletlerini yok edemezler ancak revize ederler, günümüze uydururlar. Ergenekon sayısız faili meçhul cinayeti ve katliamı çözmek yerine miladını doldurmuş derin şahıslarla  günümüz muhalefetinin sağında solunda yer alan yurtseverleri tutsak hale getirmiştir. Davanın derin devletin üzerine gidemeyeceğini anlamak için yandaş medyanın köşelerindekilerin yaptıklarına bakmak yeterli. Susurluk’ta bariz bir şekilde derin devletin su yüzüne çıkması ve ülkemizde pek alışık olmadığımız kuvvette toplumsal refleks buz dağının görünmeyen kısmının su üzerine çıkması için uğraş verirken buna karşı tavır alan, derin devletin ünlü sloganı “bu vatan için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözünü dönemin başbakanı Çiller’e söyleten eski ülkücü şimdiki -nasıl mümkün oluyorsa- muhafazakâr-liberal- demokrat, “zaman”sız yazar Ergenekon davasını devlet içindeki mafyayı çökerten, ülkeye demokrasiyi getiren dava olarak görmektedir. Bu yazarın samimiyetsizliği konusunda Aleviler için söylediklerine ve daha geçenlerde Bahçelievler katliamı sanığı, tutuklu, ülkücü mafya lideri ve yakın dostu Kırcı’yı ziyaretine bakmak yeterli. Böyle bir şahsın sözünü ettiği demokrasi demokrasi olabilir mi? Böyle bir şahsın sözünü ettiği özgürlük gerçek anlamda özgürlük müdür yoksa türban merkezli bir özgürlük müdür? Doğan bebeklerin nüfusunda din hanesinin olduğu ve sorgusuz sualsiz “İslam” yazıldığı, şeriatla yönetilen ve nüfusu daha yüksek olan İran’dan fazla camiye sahip olan, birkaç il ve ilçe dışında muhafazakâr yaşamın baskın olduğu, oruç tutmayanların dövüldüğü, bayanların türlü taciz ve baskıyla imana çağrıldığı ülkede dinin özgürce yaşanmadığını söylemek ne kadar inandırıcı? Gayri Müslimlerin açıktan ya da alttan alta baskı altında olduğu, Müslüman olmayan komşu istemeyenlerin çoğunlukta olduğu ve belgesel çekimi için asılan haçlı bayraklarını indirip belgesel setleri fethedenlerin yaşadığı ülkede bunlara söz söylemeyen yazarların, ülkelerinde minareyi yasaklayan İsviçre’yi faşist diye nitelendirmeleri kendilerine hangi tanımı getiriyor acaba? Demokrat mı dersiniz özgürlükçü mü? Ama faşist tanımının karşılığı olarak CHP, Kemalizm ve hatta yakın tarihimizin

Leninist önderlerinin görüldüğü bir ülkede TV’ye çıkıp Alevileri aşağılayan şairler, belediye başkanı olduğu gibi ilk icraatı Cem Evi’ni yıkmak olan geleceğin başbakanı veya İzmir’in valisi gündemde yer tutmaz. CHP’lilerin çoğunluğundaki il meclisinin oylarıyla İzmir’de Cem Evlerine verilen  ibadethane statüsü ve yasal hakların hükümetin atadığı vali tarafından “sizi feshederim, il meclisini dağıtırım” sözleriyle engellenme çabaları kavramların  laf salatasına dönüştüğü, bilgi kirliliğinin hava kirliliğini yakaladığı ülkemizde gündeme nedense taşınmayan haberlerden biri.

Lider saltanatıyla hükmedilen siyasi partiler, partiye oy veren milyonların değil birkaç yüz ya da bin delegenin oyuyla belirlenen milletvekili adayları ve en zengin ve güç sahibi olanın gittiği adına meclis denilen binada büyük önder Mustafa Kemal’in “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünü yazmak kötü bir şaka hissi veriyor. Buna demokrasi deniyor ve özgürlüğe ulaşmanın koşulu olarak önümüze bu sunuluyorsa durup düşünmek gerek. Kargaşaya olanak tanımadan fikirlerin, ideolojilerin şiddetsizce çarpıştığı ve bireylerin, grupların, inançların ya da ırkların değil bir bütün olarak toplumun ve insanlığın özgürlüğe kavuştuğu bir ülke, bir dünya hayalini kuruyorsak tereddüt etmemeli, sesimizi yükseltmeli, tartışmaktan, yenilmekten, öğrenmek ve öğretmekten çekinmemeliyiz. İdeolojisiz sesler kısık ya da cılızdır. Bakmayın bize  ideolojinin kötü olduğunu söyleyenlere. Her biri kendi paslanmış ideolojilerini benimsetmek derdindeler. O yüzden bizler direnmeli, mücadele vermeli ve toplumun bir bütün olarak refahı, mutluluğu, eşitliği, kardeşliği için kafa yormalı, çözümler üretmeli, bu çözümleri yaşama geçirmeliyiz. Bunlar olmadan özgürlük olamaz, olursa Lenin’in sözünü ettiği gibi asalaklar için asalak bir özgürlük olur.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiocak2010

Bunu paylaş: