3D (Demokrasi, Darbe, Devrim) Arasında Çırpınışlar*
Öncelikle siz değerli okurlarımızdan başlık konusunda özür dilemek istiyorum. Teknolojik yenilik kepazeliğinin son halkasını anımsatan bir başlık seçimi tümüyle kendiliğinden, tümüyle bağımsız gelişti. Yoksa halkın sanatçılığından sultan sofrasına terfi eden eski baba Orhan’ın reklamlarından ya da ihtiyacımız olmayan yenilikleri ihtiyaç haline getirip yakın gelecekte kıçımıza takılı dâhili modemle sonlanacak teknolojik devrimlerle hiçbir alakası yoktur yazımızın. Elbette “Özgürlük” şarkısını, karanlık günlerin özgürlük marşını görüntülü konuşmalara satanları hiç eleştirmeyeceğiz. Neme lazım, ortaokul çocuğu seviyesindeki gibi en ufak bir eleştiriye bile tahammülsüzlük gösteren büyük yazar, yönetmen, müzisyen, akıl almaz özgürlükçü(!) sanatçımızdan şiddetli bir azar yemek istemiyoruz. O yüzden kendisine hemen “Veda” edip 3D’mize dönelim.
Sözde demokratların sözde darbeciler yaratıp demokrat katsayılarını arttırdığı ülkemizde, sistemin demokratik olmaktan tümüyle uzak olduğunu belirtmeniz “darbeci” olmanız için yeterlidir. Askeri darbeyi asla desteklemeyeceğinizi, zaten darbenin çözüm olamayacağını ama yüzde 10 barajının, partilerdeki tek adam iktidarlarının da sonlanması gerektiğini söyleseniz bile darbecisiniz, milli iradenin yüceliğine karşısınız. Dahası halk düşmanısınız, aşağılık, tepeden inmeci Kemalist’siniz(!). Hem de bu sıfatları size yakıştıranlar “yaftalamayalım” reklamlarıyla boy gösteren zamansızlardır. Parlamenter demokrasinin en rezilini 60 yıldır uygulamaktayız. Köylüye toprak verilmesine karşı çıkan Menderes’in köylülerin oylarıyla iktidara gelmesinde kimse bir yanlış görmüyor. İktidarı 6 kez kaybedip 7 kez geri alan 67 Süleyman’ın halen bu ülkenin gördüğü en özgürlükçü, demokratik anayasa olan 61 Anayasası’nı yıllar yılı parçalaması hiçbir liberalin canını sıkmamıştır. Rüşveti yasal hale getiren, zenginden başkasını sevmediğini açıkça dile getiren Özal’ın fakir yığınlarca iktidara taşınmasını hangi liberal akıldışı buldu? Kimler bunun üzerine kafa yordu? Kendisi dışında herkese siyaseti yasaklayan, gelmiş geçmiş en demokrat(!) ve belki de en zengin başbakanı kimler bunca yolsuzluğa rağmen hala iktidarda tutmakta? Zenginler? Fakirler? Herkesin zengin olmak istediği bir ülkede emekten bahsederek oy kazanabilir misiniz? Herkesin köşeyi dönüp rahmetli Özal’ın sevgisini kazanmak istediği bir toplumda “eşitlik” lafını etseniz kim takar? Burjuvası olmayan ülkede ideolojik anlamda bir işçi sınıfından söz edilemez. Yoz, sığ zenginden başka paralısı olmayan, tek burjuvanın Hıncal Uluç(!) olduğu bir Türkiye’de işçi sınıfından söz ederek alınan oylar ortada. Ülkemizde olmayan demokrasi eleştirisi uzatılabilir ama neden demokrasi olmadığı konusunda dilerseniz sözü Deniz Kavukçuoğlu’na bırakalım:
“Çağdaş demokrasi, kapitalizmin ilk döneminde feodalizme ve mutlakıyetçi monarşilere karşı verdiği savaşımda burjuvazinin yanında yer alan, kendisi için bir sınıf olduğunun bilincine vardıktan sonra ise ‘yaşamın her alanında demokrasi” istemiyle burjuvazinin karşına dikilen işçi sınıfının eseridir…… Türkiye, bu gelişme aşamalarını/süreçlerini yaşamamıştır. Bir merkezi-feodal devlet olan Osmanlı İmparatorluğu ülkedeki kapitalist gelişmeye bağlı olarak gelişen burjuvazi ve ona destek veren işçi sınıfı tarafından değil, emperyalist işgal altındaki toprakları kurtarmak ve yeni bir devlet kurmak için yola çıkan bir avuç kurtuluşçu asker-sivil küçük burjuva kadronun öncülüğünde ortadan kalkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti baştaki devrimci aydınların tüm çabalarına karşın feodalizmden arındırılamamış, iktidar kadroları uzun yıllar Şeyh Sait, Ağrı, Dersim vb gibi konumlarından ödün vermek istemeyen Doğu’nun feodal güçlerinin başlattıkları isyanlarla baş etmek zorunda kalmışlardır. Feodalizmin tasfiyesini öngören bir toprak reformu bugüne kadar yapılamamıştır. Dolayısıyla Türkiye günümüzde de feodal üretim ilişkilerinin yer yer egemen olduğu, Orta Anadolu örneğinde somut olarak görüleceği gibi kapitalistleşen altyapının feodal üstyapı kurumlarını koruyarak geliştiği, birbirlerini karşılıklı besledikleri bir ülkedir. Bu koşullarda Türkiye’de evrensel kabul gören anlamıyla bir demokrasinin varlığını düşünmek güçtür, çünkü salt parlamenter seçim siteminin varlığı bir ülkenin demokrat olduğu anlamına gelmemektedir.” ( 28.03.2010, Cumhuriyet)
Bu gerçeklerle birlikte çözümü darbede aramak ne kadar doğrudur? 27 Mayıs hariç hiçbir darbe Amerika ve Batı sisteminin izni olmadan gerçekleşmemiştir ve bundan sonrada bu durum tersine dönemez. Bu ve buna benzer iktidarlar olduğu ve sistemi tıkayan detaylar olmadığı sürece Batı, Türkiye’de darbeye izin vermez. 27 Mayıs bir sistem hatasıydı ve sonraki üç darbeyle bu hata düzeltildi.
12 Mart ve 12 Eylül’de Kemalizm’den komünizme solu topyekûn yok ettiler, 28 Şubat’ta ise Batı emperyalizmine karşı çıkan ancak asla antiemperyalist olmayan dincileri tasfiye ettiler. Tüm bu müdahalelerin meyvesi olan iktidarın ve ülkenin tüm damarlarına sızan rezilliğin yaşandığı günümüz Türkiye’sinde “darbe karşıtlığı”nın ne kadar samimi olacağı üzerinde söz söylemek yersiz.
Darbede aranamayacak çözüm reçetesi olarak, “demokrasi kültürünü, toplumun refahını-eğitim seviyesini yükseltmekten, parlamenter demokrasiyi gerçekten mümkün kılmaktan” söz eden tezlere cevabı 16 Mart günü gazetelere düşen ancak üzerinde hiç konuşulmayan iki haberle verelim. Gerçek demokrasimiz yok diye üzülenlerin örnek gösterdiği, burjuva demokrasisinin beşiği, halkının eğitim seviyesinin ve kişi başına düşen gelirin son derece yüksek olduğu Fransa’da son seçimlerde halkın katılım oranı yüzde 40. Solun zaferinde söz edenler bu oranı düşük bulmadılar nedense. Sakın halkın bu tavrını radikal bir değişim isteği olarak algılamayalım, yüzde 40lık katılım Fransız halkının seçimleri ve beraberinde siyaseti “takmadığını” gösteriyor. Diledikleri tüm özgürlüklere sahip, alım gücü yüksek, kültürlü Fransızların tek derdi göçmenlerle ne yapılacağı vb soruncuklar olunca parlamenter demokrasinin tüm organları(partiler, liderler, ideolojiler, seçimler, sandık, halkın iradesi) oyundan ibaret kalıyor. Görünen o ki oyun artık sıkıcı bulunmakta. Kimsenin sistemle derdi olmayınca zaten sistemle derdi olmayan sağ ya da sol partilere oy vermekle kim uğraşsın? İkinci haber bir başka demokrasi beşiği ülke Almanya’dan. Yapılan bir ankette sosyalizmi isteyen Almanlarının sayısının çok olmasıyla birlikte asıl dikkat çeken detay Almanların “para karşılığı” oy vermeye yatkınlığı. Doğu Almanya’da her 7 kişiden biri, batıda ise her 12 kişiden biri oyunu para karşılığı satabileceğini belirtmiş. Hatırlatmak isterim ki bu insanlar eğitimsiz, cahil, karnı aç insanlar değildirler. Diledikleri her şeyi tüketebilecek gelire sahip olup, erken yaşlarda Marx, Freud, Goethe okumuş insanlardır. Kömüre oy sattığı için eleştirdiğimiz “cahil” halkımızın okumuş, görmüş geçirmiş, demokrat Alman sürümleri kabul edersiniz ki kömür kadar ucuza gidemez, onlar 5 bin Avro istemektedirler. Tek derdi göçmenlerle nasıl birlikte yaşanacağı olan, ileri demokrasinin en büyük araçları referandumlarda minare sayısı ve boyuyla uğraşan, girmek için can atmaktan öte çözüm reçetelerini aradığımız Avrupa’da demokrasinin macerası günümüzde böyle.
Geri kalmış ülkelerde asla gerçekleşemeyen parlamenter demokrasinin, bizzat mucidi olan ileri ülkelerde bir oyuna, simülasyona dönüştüğü hatta öldüğü rahatlıkla söylenebilir. O ülkelerin ve sistemlerinin sonunda tıkanıklık yarattığı, anlamsız şiddet ve sürekli bunalıma evrildiğini bizler hala göremiyoruz ancak Avrupa’da bu gerçeği daha 70li yıllardan gören ve simülasyon kuramını ortaya atan Jean Baudrillard’ın düşüncelerine ve daha önce yayınladığımız, yazarın kitabıyla aynı adı taşıyan “Sessiz Yığınların Gölgesinde Toplumsalın Sonu” adlı çalışmaya göz atabilirsiniz. Çözüm nedir? Çözüm darbede olmadığı gibi seçimlerde ya da demokraside de değildir. Sözü edilmeyen, geçmişte kaldığı söylenen bir sözcüğü, üçüncü D’yi hatırlamamız gerek; DEVRİMi tekrar yaşantımıza sokmamız gerek. Seçimlerde bunu yapabileceğini iddia eden partiler ya da kuvvetler asla gerekli oyu alamaz. Daha merkezde kalıp değişimden yana olacak partiler iktidara gelseler bile değişimi gerçekleştiremezler çünkü sistem kök salarak her yere işledi, damarlarımızı tıkadı. Sistemin oyununda sistemden çıkış yok. Sisteme geçit yok demenin yolu artık sandıktan geçmiyor, belki de hiçbir zaman sandıktan geçmedi. Cumhuriyetin değerlerini, büyük devrimci Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını korumak artık imkânsız çünkü ortada ne miras kaldı ne de Atatürk ilkeleri. Kuruluş felsefemiz artık yaşamıyor, Türkiye laik değildir o yüzden laik kalamaz ancak biran önce laik olmalıdır! Türkiye 40ların sonlarından itibaren sahte, yoz ve kepaze bir sistemle/sistemsizlikle yönetiliyor. Bunu oylarımızla çözemeyiz çünkü demokrasi kültürünü geliştirecek ve yaygınlaştırmayı başaracak bir altyapımız da yok. Zaten olsa bile demokrasi ilerici olma özelliğini yitirip çoktandır bir kör dövüşü halini aldı o çok örnek aldığımız ülkelerde. Miladını doldurmuş bir sistemin peşinden gitmek artık gerici olmaya başlamıştır. Çözümü yani devrimi batıdan beklemek de yanlış çünkü dünyanın her yerinden bu ateş alevlenebilir fakat Batı’da alevlenemez. Halkın büyük kesimlerinin, mutsuz kesimlerinin, daha iyiyi isteyen kesimlerinin topyekûn kalkışması ve sözde halkın iradesi gerçekten halkın iradesine dönüştürmesi gerekmektedir. Halk bunu yapamıyorsa bunu yapacağını iddia edenler kör dövüşlerine girmeyi bırakıp bu konuda örgütlenmeye başlamalılar. Kangren olmuş bacağı kurtarmanın tek yolu kesmektir. Rezil bir sistemin daha da yayılmasını önlemenin çözümü ne sahte demokraside ne de darbede, tek yol hala Devrimdedir.