Distopyadan Gerçeğe – İnci Aral

Distopyadan Gerçeğe*

Orwell’in 1984 adlı romanı bir tiranlık düzeninin topluma boyun eğdirme öngörü ve uyarısıdır. Merkezi bir tek parti iktidarınca propaganda ve baskıyla kontrol altına alınmış halk ekranlardan gözetlenir, dinlenir. Teknoloji savaş sanayisi ve insanların beyin yıkama yoluyla köleleştirilmesine hizmet eder. Farklı düşüncelere hak tanınmaz. Tüm duyguları yok etmek için insan belleği yeniden programlanmaktadır. Kitaplar yasaktır. Tarih sürekli olarak değiştirilir, gerçekler gizlenir. Karşı çıkmaya kalkışan ise hemen “bertaraf” edilir.

***

A.Huxley, 1931 de yazdığı Cesur Yeni Dünya’da farklı bir bakışla yeni bir  karşıt  ütopya  oluşturdu.  26.  Yüzyılda,  kuluçka  tekniğiyle  üretilen ve toplum yapısını değiştirmek üzere şartlandırma merkezlerinde eğitilen insanların dünyasını kurguladı. Mandarin sınıfından ayak işçilerine herkesin kendi rolüne razı, mutlu yaşadığı bu toplulukta düzen birçok değerin yok edilmesiyle sağlanmıştır. Kültürel çeşitlilik, sanat, edebiyat, felsefe, aile ve din kurumları bitmiştir. Fordist çalışma düzeni hâkimdir ve sınırsız seks ve eğlence serbesttir. Bunalanlara renkli rüyalara yol açan bir uyuşturucu verilir. Kitaplar yasak değildir çünkü duyarlılıkları törpülenmiş, bencilleşmiş insanlar artık kitap okuma arzusu duymazlar. Dev ekranlar yoğun bilgi bombardımanıyla her şeyi gösterir, ancak içerik kaybolmuştur.

Huxley, kültürün baskıyla yok edilmesi yerine, daha kolay bir biçimde, duygu sömürüsüne açık boş şeylerle yozlaştırılmasını anlatır. Gerçeğin, gizlenerek değil göre göre körleşme ve umursamazlıkla kaybolacağını vurgular.

1984, insanların acı çektirilerek yönetildiği, Cesur Yeni Dünya ise ölçüsüz  hazzın kucağına atılarak denetlendikleri dikta düzenlerini konu alırlar. Orwell, faşizmin kaba, korkunç yüzünü sergilerken Huxley, sarsıcı bir ironiyle bizi asıl, hoşlanarak, seve seve teslim olduklarımızın yıkacağını söyler.

***

Bugün faşizm dünyanın her yerinde lanetlenmiş olsa da kimi kez Orwell’in kimi kez de Huxley’in öngördüğü biçimde ve farklı ideoloji ve yöntemlerle ama daha çok sözüm ona demokrasilerle yönetilen birçok ülkede varlığını sürdürüyor.

Peki, bu iki yazarın karanlık ve uğursuz ütopyalarının aynı yerde ve zamanda iç içe yaşanması mümkün müdür? Eğer her iki romandaki olgular size çok tanıdık geliyorsa neden olmasın!

Korku iktidarını sürdürmek için her yana saldırıp insan onurunu, haklarını ve hukuk kurallarını ölçüsüzce çiğneyen bir zihniyet, bir yandan; özenle yetiştirilmiş ve adanmış yandaşlarını, sözde demokrasi aşığı çıkarcı yardakçılarını ve ortaçağ özlemiyle beyni yıkanmış kullarını güç, para mevki gibi ihsanlara boğuyor öte yandan; muhaliflerini sahte kanıtlar, yalancı tanıklar ve saçma sapan suçlamalarla hapislere atarak yıllarca yargılamadan tutabiliyorsa mümkündür.

Böyle bir zulmü alkışlayanlar baş tacı ediliyor, olanlara kuşkuyla bakan ama tarafsız kalmaya sığınanlar siyasi rüşvet yada tehditlerle sindirilip susturuluyorsa ve bu sütuna sığmayacak değer kayıpları toplumu yıkıcı bir kaos ortamına sürüklemişse bu düzenin bir adı vardır.

Gazete sayfaları, ekranlar terör, cinayet, şiddet ve iftira haberleri, besleme yeni zenginlerin yaldızlı yaşamları ve kimi aymazların seks, eğlence, yeme içme iştahlarıyla doluysa, satın alınmış ya da vergi cezalarıyla yıldırılmış medya yoksulluk ve “cehalet okyanusu”nda boğulmakta olan halkı pembe rüyalarla uyutmaktan başka bir şey yapamıyorsa yazık ki o ülkede Orwell ve Huxley’in kehanetleri bir arada ve katmerli biçimde gerçek olmuş demektir ve bunun adı demokrasi kisvesine bürünmüş faşizmdir.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergieylul2010

Bunu paylaş: