Tadilat*
O yaz, Almancı halamlar gelmişti memlekete. Ergenliğin daha baharındaydım. Sivilcelerim, tek tük çıkan ve kendi aralarında beşe beş tek kale maç yapan çenemdeki tüyler, esmer yüzümdeki dekoru tamamlıyordu. Burnuma ağzıma nasıl alıştımsa son bir yıldır sivilcelerime de tüylerime de öyle alışmıştım. Hele de sivilcelerim… Hani elim de rahat durmazdı. Dalıp gittiğim her anının şerefine bir sivilce patlatırdım.
Sevip de söyleyemediğimiz kız geçerken mahallenin en işlek mahallinden sırf ona bir nebze olsun yakışıklı görünelim diye de patlatırdık sivilceleri. Tabi bir de saçımıza sürdüğümüz limon suyu… Kupkuru ağustosun kucağında demir ederdik saçları. Önler tepeye dikilmiş, yanlar yatık, arkalar dökümlü… En nihayetinde kıza ayar çekmek için mahallenin duvarında otururduk.
Limon suyu… O yaz boyunca her gün, halamlar gelebilir ümidiyle saçlarıma sürer gezerdim. Bilmezdim güzellikle neyi gizleyeceğimi ki? Öyle ergen aklı işte!
Terzide çalışırdım. İlik açmayı, düğme dikmeyi öğrenmiştim. Ütü de biliyordum az çok. Ama bilmezliğe vururdum. Bilirdim ki ütüyü öğrensem de aldığım para değişmeyecek ve yapacağım işler bir adam boyunu geçecek… Hep bir cahil, odun kafalı olarak resmedildim çalıştığım pasajda.
“Kafası çalışıyo da işe vermiyo kafasını. Hep ders hep okul… Bu çocuk okur. Boşa çırak yetiştiriyoz biz” derdi ustam.
Ben bir yandan utanırdım bir yandan da öfkelenirdim. “İyi ya ne diye çalıştırıyon” demek isterdim her onu dediğinde ya hiç de cesaretim olmadı. İlik-düğme hattında el işçiliği yapmanın zorluğunu da o yaz tattım. Sonra ütüyü de öğrendim zor bela. İşte ben ütüyü öğrendikten-daha doğrusu ütü işlerini yapmaya başladıktan-üç gün sonra geldi halamlar. Benden iki yaş büyük oğlu ve bir yaş küçük kızı vardı. Diğer ikisi büyüktü bizden.
Kardeşim ve ben halamın gözüne girmek için türlü saçmalıklar yapar, kendimizi olduğumuzdan daha iyi göstermeye gayret ederdik. Annem babam beni resmederken Almancıların zihnine, çalışkan sessiz başarılı derlerdi. Kardeşim ise; ipte sapta durmayan, hakkına razı olmayan ve şımarığın tekiydi.
Bizi hep yanlış tanıdı halamlar. Ne ergenlik çağımdaki limon suyumun saçlarım için önemini bildiler ne de iki ön dişimin çürüyüp de o çürüklerimi yediğim yemeklerin artıklarıyla gizlediğimi. Biraz sarımtırak görünürdü o kadar. O yaşta herkesin dişi sarımtıraktı. Ya da bana öyle gelirdi.
Hep korktum dişçiden. Tam altı yıl çürük sandığım sağ arka üst dişim de cabası… Ben onun çürük olmadığını öğrendiğimde çoktan kireçlenmişti. Hem de yarım parmak boyu…
Bir su damlası değse öleceğim sanırdım. Meğer kendimi öyle alıştırmışım psikolojik olarak. Annem halamlara zeytinyağlı dolma yaptığında da sızlamıştı dişim. Sadece bir tek bir tane pirinçti beni diğer odaya kapatan. Gece boyunca yerimde debelendirip durduran…
O gece hiç çıkamamıştım odamdan. Ama yokluğum koskoca gökyüzünde bir tane yıldızın olmayışı kadar sıradandı. Ne halam ne babam ne halamın çocukları… Hiç biri için önemli değilmişim o gün bildim.
Oysa o yaşta bir insan hesaba alınmak ister adam yerine konulmak ister. Ama biz hep susarak büyüdük. Bir tek annemdi benim halime sancılanan. Kardeşim içinse bir nimet hükmüne geçti diş ağrım. O daha fazla konuşacak ve daha sivri bir hal alacaktı halamların yanında.
Ben, halamlar Almanya’ya gittiklerinde halamın “bir yeğenim var”, halamın çocuklarının da “bir kuzenimiz var aman şöyle aman böyle” demesini isterdim. Hem de bu kişi ben olmalıydım. Bu hayalim, dişimin sancısıyla fikrimden silinip gitmişti oysa.
Dişim, yorganın altında gözlerim uykudan kana bulanana kadar unutturmadı kendini. Sabah olduğunda da hiçbir ağrı hissetmiyordum. Durmuştu zıkkımın ağrısı.
O gün pazardı. Herkes uyuyordu. Babamsa balkona çıkmış sigara içiyordu sabah sabah. Erken kalkmıştı her zamanki gibi. Almancılar uyanmasın diye de her sabahki türküsünü söylemiyordu. Suskundu. Sadece soluduğu sigaranın filtresindeki ses geliyordu. O gün hafta sonuydu. Tek tatil günümüz…
Altı gün boyunca çalışırdık. O gün de hep öğleye kadar uyuyacağım derdim. Ama saat yedi buçuk dedi mi ayaktaydım. Saate baktım yedi kırk. Annem yatıyordu hala. Babam birazdan kaldırırdı zaten. Kahvaltı hazırlanmalıydı. Almancılar hoşnut olmalıydı.
Babam beni görünce cebine elimi sokmadan pantolonunu istedi. Bir baba evladına bu kadar mı güvenmezdi ki?
Babamın bir dolu anahtarı vardı. Onların sesini çıkarmamak için önce anahtarların olduğu o devasa anahtarlığı tutar sonra pantolonu çıkarırdım askıdan. Habersiz para alırken yapardım öyle. Ama bu kez bir nebze de olsa rahattım. Sonuçta sallansa da babamın izni vardı işin içinde. Pantolonu hoyratça aldım askıdan. Parayı sayarak verdi babam.
“Kalanına bir şey alma ha! Tastamam isterim” diye fısıltı makamında kükredi. Almancılar uyanmamalıydı, tek sıkıntısı oydu. Kafa sallardım sadece. Kafa salladım.
Konuşamazdık babamla. Sebebini hiç bilmem. Sadece okul açılmadan önce defter listemi verdikten sonraki itirazlarına ve önerilerine cevap verirdim. Ötesi? Ötesi yoktu.
Bakkala gidip bir kalıp beyaz peynir, biraz zeytin bir de sucuk aldım o gün. Daha önce eve sucuk sokmayan babam olağanüstü hal ilan etmişti evde.
“Yemem o zıkkımı. Ne alırım ne yerim” diyen babam önüne konunca pek de itiraz etmezdi aslında ya bugün daha fazlasını yapmış alınacak sucuğun parasını vermişti. Babam ağzındaki sucuğu çiğnerken son lokmasıyla o sözleri sarf ederdi, bizse annemle kıkırdardık o vakit. Yutardı koca bir tükürük yardımıyla. Sonra kaşlarını çatardı anneme. O an kesilirdi tüm hevesler, evresi yarım kalan bir süt gibi. Babamın kaç kaş çatışıyla yoğurda yüz tutmuş kaç kilo sütümüz kesilip bozulmuştu.
Annem çayı koymuştu ben gelene kadar. Gece yine dönmüş durmuştur yatağında. Gözleri kan rengini almıştı. Uykusuzluk boy gösterir olmuştu son günlerde. Biz ergendik aklımız çalışmazdı o zamanlar. Sivilcelerimiz kadar çok, sivilcelerimiz gibi hassas umutlarımız, hayallerimiz vardı. Aknelerimize dokunur dokunmaz dünyamız dururdu. Beynim bulanırdı iki kaşımın ortasındaki bir sivilcemi imha edeceğim vakit. Buydu tüm dünyamız. Ne bilirdik ki annem niye uykusuzluk çeker.
İlk bıyıklarımı kestiğim gün belirdi kafamda annemin incecik saçlarını yazmasının arasından gördüğümü hatırlayınca. Bir makasla kırpmıştım ilk tellerimi. Daha ortaokul ikinci sınıftaydım o ekim. Okula vardığımda ise tüm arkadaşlarım alay etmişti benle. Hocalarım utandırmıştı beni. İlk dersin sonunda hemen kaçıvermiştim dışarı. Oturmuştum akşama kadar. İki gün de babamın karşısına çıkamamıştım. Bıyıklarım terler terlemez silmiştim o terleri. Utandım tam bir hafta boyu. Tam bir hafta boyu kimseye bir şey diyemedim. Elim burnumun altında sürekli yanağımı kaşırken resmetti o zamanki gözler beni.
Halamlar kalkmıştı sonunda. Çantalarından çıkardıkları havlulara sildiler yüzlerini. Somyanın ucunda duran sabunu içinden çıkardığı kâğıdı elime aldım. Üzerinde değişik yazılar vardı. Okuyamıyordum. Lisede Almanca dersi alırken aklıma gelmişti. Gördüğümüz hiçbir ders halamın konuşmasını hatırlatmıyordu bana. Biz mi Almanca dersi almıyorduk yoksa halamlar mı Almanca bilmiyordu?
Sucuğun kokusu etrafı istila ettikçe uyandı millet. Herkes balkonda bir küme halini almıştı sofranın başında. Yer sofrası yaptırmıştı yine babam. Mutfağa ekmeği almaya gittiğimde annemin “ben dedimdi bir misafir gelir, masa al dedimdi” diye fısıldayan sesini duymuştum.
“Asıllarını mı inkâr edecekler avrat? Zamanında onlar da yerde oturuyordu. Heh!” diye bir çalımla çıkıverdi babam balkona. Almanca konuşmalarının arasına Türkçe kelimeler sıkıştırarak konuşuyordu halamla kocası. Babamın gelmesiyle sustular birden. Tebessüm ettiler. Suni bir tebessüm…
Her şey o gün o kahvaltıda bir düğüme bağlandı hayatımda. Ne halamın son model bir arabası vardı ne o fotoğraftaki o lüks ev onlarındı. Tam da bir döşek verseler bulutlarla yarışacak çağımda hayal dünyamı darmadağın etti halamların memlekete gelişi. İki gün kaldılar bizde. Ben ilk, kare şeklinde kocaman o çikolatayı onların sayesinde yedim. Ama bir çikolata hayal çemberimin saçma sapan, şekilsiz bir halle genişlemesinin bir bedeli olamazdı.
Beni yüzüstü koyup giden ergen hayallerimin ihaneti de babamın bize bizim çalıştığımız paralarla ikinci el bisiklet alıp da sonra onu balkona bağlayıp akşamüzerinden akşamüzerine kilidini sökerek bizi sevindirmesi de o yaza denk düşer.
Bisikletimiz mevzuu bahis oldukça hatırıma bir fotoğraf karesi düşer: ince, iniş bir yoldan bayır aşağı frensiz bisikleti pedallayan ben ve ardımda bana güç yetirememiş kardeşim ve onun sokağın ortasına yığılıp dövünmesi ve babam ve annem ve…
Hangimiz erken gelirse ilk o alırdı bisikleti. Saçma sapan bir fikir sarardı o an beynimizi. Daha evvel işten çıkıp eve gelmek için birbirini bekleyen ve mahalle mahalle gezip tozarak eve gelen biz, o yaz bisikletin gelişiyle bir rekabete girişir olduk. Erikler dalında kurudu biz bisiklet alınca.
Akşama kadar çalışır akşam yorgun argın eve gelir gelmez bisikletin anahtarını isterdik. Yorgunluktan dizlerimize ellerimizle destek vererek sürerdik. Hiç olmadık mahallelere girerdik de getirip vermezdik bekleyen kardeşimize bisikleti.
Bir gün yine bizim sokaktan yokuş aşağı-frensiz-bisikletimle giderken ne gariptir ki bana ilk alınan üç tekerlekli bisiklet gelivermişti aklıma. Kardeşim o gün çok küçüktü. Ben de usanırdım tabi. Çekişecek adam yoktu ki!
Aklıma takılan üçtekerli bisikletimin hayalini arkamda tekerlerin kenarına taktığımız metallerle ayakta duran halamın kızının çığlığı bozdu. Bisikleti sürerken o akşamüzeri Almancı halamın kızı arkama binmişti. Son sürat inmiştik bayırdan aşağı. Tüm civar mahalleleri gezmiştik. Sokak aralarında gördüğü tavuklara, ineklere, kuzulara şaşırıp hayran kaldığını belirten hareketlerde bulunuyordu. Zira konuşmasından bir şey anlamıyordum. Sadece kafa sallıyorduk birbirimize. Bir şeyi isteyince tebessüm ederek gösterir istemeyince de dudak büzerdi. Ortak hiçbir yanımız yoktu. Türk müydü alman mı bilemezdim.
Eve vardığımızda bizi çoktan birbirimize yakıştırmışlardı bile. Bense sivilceli, utangaç, ergen haletimle; yemeği bin bir zorlukla yiyip odaya geçmiştim. Dişim ağrıyordu(!) yine.
Almancılar ertesi gün öğle vakitlerinde-yani ben büyük olasılıkla yeşil gömleğin iliklerini açarken-gitmişler. Öğle arası eve geldiğimde evde bana bırakılan saçma sapan bir müzik kutusu, dolapta birkaç çikolata artığı, birkaç eski pantolon ve gömlek, bir de kalp şeklinde güneş gözlüğü… Hiç biri o yaz boyunca sıcağın alnında altmış derecelik buharda ütü yaparkenki düşlediğim dünyada yoktu. Biraz daha limon olsaydı, sivilcelerim azalsaydı yeterdi. Dolma teker bir de bisiklet…
O yaz terzi olduğumu da unuttum ergen olduğumu da. Hatta o-yaz tatiline girdiğimiz-dönem takdir aldığımı da… Ya da ilik, düğme ve ütüden sonra sekiz parçalı yaşlı kadın işi etek dikmeyi öğrendiğimi de… O yaz ki zelzeleler harabe etmişti fikir dünyamı!
23 Nisan 2010
İzmir