Tarihe Dair… – Duygu Yılmaz

Tarihe Dair…* 

Ben seni, anadilimde özledim önce. Yılgın; ama umut dolu bekleyişlerin tam ortasında, kaynağından yeni boşanmış ırmaklar gibi çağlayan bir şarkıydı yüzün. Ümidini dudağının kıvrımlarından, tamamlanmamış tüm cümlelerini ise, kirpiklerinin titreyen yanından alıyordu. Bazen çocuk oluyordu sesin, sevgilere, özlenmeye hasret, durmadan masallar anlatan birini bekleyen küçücük bir ağızdan çıkıyordu sanki. Kimi zamansa öylesine yaşlanıyordu ki,  yaşlandırıyordu seninle ve benimle birlikte bekleyen her şeyi de, beraberinde. Sesini duyan herkes, intihara bir adım daha yaklaşır sanarken sen, aslında o insanların hepsi, uçurumlarını kaybettikleri denizlerin sularıyla dolduruyorlardı bir bir. Çünkü sen, o kahve gözlerinle, düşmesini değil, yüzmesini öğretiyordun yaşı sana benzer ya da benzemez, herkese.

Adını söylemek, uzun hastalıklardan sonra iyileşmek gibiydi benim için. Öylesine onarıcı, kurtarıcı ve tazeleyici bir rüzgârdı isminin tüm harfleri, özleminle ağırlaşan dudaklarımın arasında. Söylediğim zamanlarda, seni andığımda yani, yeni şehirler gezdim, yeni yollarda yürüdüm ve başka hiçbir şey, o kadar derinleştiremezdi adımlarımı…

Ben seni, başka dillerde de özledim. İnsanlarla konuşurken, her gün, aynı kışın farklı gününe uyanırken, baharı biraz ürkek, biraz sevinçle; ama en çok da seni getireceğini umarak beklerken, gözlerinden her saniye yağar gibi akan hüzün dolu huzuru sevdim. Her ülkede biraz bir şeyler buldum senden. Gitmem gerekmedi, dinlediklerimde de buldum. Hindistan kadar renkliydi kumaşların senin, dokununca anlıyordu insan, uzak diyarlardan geliyordun  sen. Dokunmasan rengini duyuyordun, uzak diyordun sonra, uzak olsa da, bir gün mutlaka gidilmeli, diyordun. İnancınsa Uzak Doğu gibiydi hep. Kimse senin  gibi inanamazdı; ama sen, geceleri, kimse görmeden dua edenler gibi, hep sessiz dileniyordun, diliyordun. İçindeydi senin anlatacakların; ama sen her şeyi,  önce kendinden istiyordun… Dünyanın diğer ucunda, her şey, en az cümlelerin kadar renkliydi. Sadece duyabildiğin, ne kadar yakın olursa olsun, hiç dokunamadığın…

Anladım ki, ben seni her dilde özledim. Her gün, hiç durmadan aynı şeyleri söyledim. İlk defa, inanmanın bu kadar hafifletici olduğunu gördüm ben. Yıllardan sonra, ilk defa, kendim için bir şey istedim, öyle bir şey ki, ne kadar uğraşırsan uğraş, elde edemezdin, ne kadar hak etsen de, sana gelme zamanını, sen belirleyemezdin…

Yılın son günleri, akşam saatleri tatlı bir telaşla geçerdi ya hep, herkes bir araya gelir, yeni bir yıla başlamanın herkese neler getirebileceği, geçen yılın kimden, neler götürdüğü konuşulurdu. O gün herkes daha fazla anlardı birlikte  yaşamanın kıymetini, herkes birbiri için içten dilerdi her şeyi. Ben, bu sene biterken, sevdiğim, sevdiğimi bildiğim herkes yanımdayken, birini dilemiştim. Kim olduğunu bilmeden, merak etmeden, kahretmeden, sessizce, usulca dilemiştim… Bu kadar toplu, bu kadar dağınık, bu kadar yorgun, bu kadar  kırgın, bu kadar güzel, bu kadar uygun, bu kadar benim, bu kadar senin geleceğini nereden bilebilirdim… Sadece seni görmek için bile olsa, başıma gelen tüm ölümlerden dönebilirim…

İşte bu satırlar,

Tarihe dair, geleceğe dair, sana dair, bana dair ve artık her şeyden öte, bize, ikimize dair…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2011

Bunu paylaş: