Kurtuluşun Yönü*
Hemen hemen tüm aklı başında yayın organlarında birinci cumhuriyetin, Kemalist cumhuriyetin bittiğini, artık yeni-Osmanlıcılık politik düşünce yapısıyla bezeli ikinci cumhuriyetin kurulduğunu okuyoruz. Bu kesinlikle doğru bir haber, doğru ancak biraz eski. Şöyle bir altmış yıl kadar geriden geliyor en ilerici basınımız bile. Aslında ikinci cumhuriyet nitelemesi ilk olarak 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi sonrası, görece özgür bir ortamda şekilllenen yeni Türkiye için kullanılmaya başlanmış zira 1950li yılların Demokrat Parti iktidarının birinci cumhuriyeti bir nevi sonlandırdığı, 27 Mayıs’ın Kemalist cumhuriyeti küllerinden tekrar doğurduğu düşüncesi sıkça dillendirilmiştir. Bu süreçte “olumlu” anlam yüklenen ikinci cumhuriyet nitelemesi yaklaşık yirmi yıl kadar unutulmuş, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesiyle tekrar ortaya çıkmıştır. Ancak bu kez darbenin Kemalist devlet düzeninin köşe taşlarını tamamıyla değiştirmesi üzerine “ikinci cumhuriyet” ve bu süreci savunanlara atfedilen “ikinci cumhuriyetçi” yakıştırmaları öncekinin aksine “olumsuz” bir anlam içeriyordu. O günden bu güne “birinci cumhuriyeti öldürüp ikinciyi başlatma” eğiliminden bir türlü kurtulamadık. Refah Partisi 1990’larda iktidar olunca, 2002’de Refah’ın Amerikancı çocukları iş başına gelince, 2007’de aynı çocuklar daha da kuvvetli iktidar olunca, aynı çocuklar 12 Eylül 2010 referandumunda “evet” i alınca, yine ve yeniden aynı çocuklar 12 Haziran 2011 seçimlerinde yüzde 50yi vurunca ve nihayet aynı çocuklar karşısında ordunun üst kademesini istifa edince medyamız bir kez daha birinci cumhuriyeti öldürüp ikinciyi diriltti. Bu yakıştırmayı bir taraf olumlu bir taraf olumsuz olarak niteledi elbette. Duruma nesnel bir şekilde yaklaşırsak ölen ve yeni doğan devlet aygıtımız konusunda bir doğruluk görüyoruz, tek farkla, bu ölüm ve doğum haberleri bizce 1946’da gerçekleşti. Kurtuluş temasında kurtuluşun yollarını arıyorsak sonun başlangıcını da daha doğru tespit etmemiz gerekir.
Kemalist Cumhuriyetin “tam bağımsızlık” şiarı ve altı temel ilkesi, 1946 yılında ülkenin İkinci Dünya Savaşı ertesi başlayan Soğuk Savaş’ta kendini kapitalist batı ülkelerinin yanında konumlandırması ve iç siyasette çok partili parlementer rejim denemesinde iki rakip partinin “kim daha çok sağda yer alacak” sorusuna uygun şekilde hareket etmesiyle sonlanmış ve bu temel taşlarından yoksun Kemalist cumhuriyette sona ermiştir. 1950’lerde mezar iyice kazılmış 27 Mayıs 1960’ta doğrulma çabası 68’te ölü bedene yüklenen devrimci canlarla doruk noktasına ulaşsa da 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 öldürücü darbeyi son ve kesinkes Kemalist Cumhuriyete indirmiştir. O gün bugündür zaferin sahibi piyasacılar, emperyalistler, gericiler bir kadavra üzerinde tıp dersi almaktadırlar. Derslerini çok iyi çalıştıkları ve hata yapmadıklarıysa apaçık ortada. Öte yandan öldürülen cumhuriyetin yakınları inatla bunu kabul etmemiş hatta bu cinayetin en önemli safhalarında rol oynayan orduyu kurtarıcı belleyecek kadar gerçeklikten uzaklaşmıştır. Stockholm sendromuna bir de bu yandan bakmak gerekiyor. Daha önce çok defa yazdık, gerek ordu olsun gerekse yargı, kurumlara koşulsuz destek vermekle koşulsuz düşman kesilmek kesinlikle hatalıdır. Bu kurumlar birer organizma değil, ebedi bir amaç uğruna hareket etmiyorlar, tam aksine kurumda yer alanların etkinlik alanlarına oranla kurumların eylemleri şekilleniyor. Ordu bu topraklarda ilerici de oldu gerici de, aynı şekilde yargı. Kurumların yanında kayıtsız şartsız yer aldığımızda karşıt görüşün egemenliği ortaya çıktığı an ters köşe olmuş oluruz. AKP’nin ilk döneminde YÖK’ün ne amaçla ve kimler tarafından kurulduğunu unuttuk, çünkü görece ilerici bir yönetimle idare ediliyordu ve gericiliğe karşı konumlanmıştı. Canı gönülden alkışladık, YÖK’e sarıldık; asla karşı çıkmayı ve varlığını sorgulamayı düşünmedik. Tam da bu yüzden YÖK’ün aslında ne olduğunu, ne denli gerici ve bilim düşmanı olduğunu hatırlatan bir idare yapısı oluştuğunda YÖK’e hangi açıdan saldıracağımızı bilemedik. Oysa YÖK tam da buydu. Ordu ve yargıdan başlayıp diğer tüm kurumlar için aynı örnekleri çoğaltabiliriz.
Burada odaklanmamız gereken şey, dönemi için son derece ilerici, devrimci, laik, akılcı bir yapı olan Kemalist Cumhuriyet’in altmış yıl önce neden öldüğü ve bunca yıldır neden canlandırılamadığı. Bu tarihsel süreci elbette herkes farklı yorumlayacaktır, ancak gözden kaçmaması gereken bir detay var ki, o detayda tüm cevaplar saklı aslında:
Bu devlet, özellikle son altmış yıldır dünyaya ve güzel Anadolu’ya asla soldan bakmadı, bakamadı. Böyle bir yön olduğunu hatırlayamadı; hatırlayanlar da ya yok edildi, ya devrişildi, ama sonuç değişmedi. Aydınlanmayı, bilimsel ilerlemeyi asla tamamlayamamış olan halk, doğal olarak toplumsallaşamadığı için kitle olarak yerinde kaldı ve böyle devrimci bir çıkışı kendi başına gerçekleştiremedi.
Peki, öyleyse kurtuluş nasıl gerçekleşecek? Bizce kurtuluş oyla gerçekleşemez, günümüz Türkiye’sinde CHP tek başına iktidar olsa ve devrimci bir siyaset ortaya koysa bile değişimi reddedecek çoğunluk karşısında yine oyla ezilecek. Kurtuluş silah yoluyla da olamaz, zira darbe ve benzeri militarist bir dönüşüm söz konusu olduğunda yarattığı baskıyla parelel olarak baskıcı düşmanını yaratacak ve dış desteklerle devrilmesi an meselesi olacaktır. Kurtuluşun yolu topyekun bir kalkışmadan, ayaklanmadan geçiyor. Bu kalkışma toplumun tüm kesimlerini, tüm ilerici, devrimci kesimlerini içeriyor. Bu kalkışma sayıca az olacak bir kesimin kalkışması olacağından ezilmesi muhtemel. Bu kalkışma bir intihar olarak da yorumlanabilir çünkü cesaret istiyor. Devletin tüm organları, sapasağlam karşımızda olacak, silahlı silahsız tüm destekçileri saldırıya geçecekler, ama işte o kalkışma gerçekleşirse, o ilk adım atılırsa bu hareket ezdikleri yerden tekrar filizlenecek, can verdiği yerde can bulacak… O ilk topyekun ve son derece politize olmuş toplumsal kalkışma gerçekleştiğinde efendilerinin bunu sonsuza dek durdurması imkansız olacak.
Bu ülke tepeden tırnağa sola büründüğü an kurtuluşun kapısını açacaktır. Solun ne olduğunu, solun getirisini kitlelere aktarmak yine bu kalkışmanın içinde yer alacak cesur yüreklere düşecektir, eşitliğin ve toplumsal barışın aslında hayal olmadığı anlatmakla birlikte…
Kurtuluşun yönü acilen hem de hiç olmadığı kadar solda, ama ne gariptir ki ülkede sol yok! “Teorik” farklılıklar uğruna birlikte, örgütlü hareket etmekten çekinenleri, ‘küçük olsun benim olsun’cu cemaatçileri, Atatürk denildiğinde “faşizm”, Kürt sorunu dendiğinde “bölücülük” algısına sahip mantıktan uzak at gözlüklüleri, süratle ortak tavır almaktan, fedakarlıklar yapmaktan aciz particik ve onların sözde yöneticileri sol diyorsa işte orada duralım. Sol “bencil” değildir, sol “çıkarcı” değildir, sol “kıskanç” değildir, sol “cahil” değildir, sol “şoven” değildir, sol “örgütsüz” değildir. Anadolu insanı, dünyanın bu doğal ve kültürel merkezinin zengin, derin ve engin kültürlerle ve devrimlerle bezeli insanı bu soldan daha solunu hakediyor. Kurtuluşun yönü belli, sırada kurtuluş yönüne bizi götürecek kişileri bulmak hatta bizzat o yöne harekete örgütlü bir öncülük etmek var! Sol günler dileğiyle…