Eylül Şarkısı*
—Beklediklerime ve yollara mahkûm edenlere-
“Eylül’ler gelip gitsin hep ömrümüzden
Bir su, usul usul aksın kederlerimiz boyunca
Kışı beklemek başka güzeldir, baharı izlemek başka
Ama sen hepsinden ayrı, sen hep kal orada, yüreğimin üstünde, kirpiklerimin ucunda
Eylül gelip geçsin yani; ama sen hep kal.
Yağmur yağıyor İstanbul’a
İçimdeki gemi, sabahlar artık eski İstanbul’undur, git, diyor
Geminin sesi inceden, denizi olmayan şehrin zamanı çoktan geldi, diyor
Bulutlar geçtikçe büyüyor yüzün ve artık yetmiyor yazılmış şiirler gözlerini anlatmaya
Bir Eylül ellerinde bitiyor ve kollarında devam ediyor umutlu bir güz
Güzeldi, yine de bırak Eylül gitsin, sen hep kal ama.
Sen, hep, kal, burada, dilimin ucunda…”
Zamanın birinde, kırık hüzünler taşıyan bir sahil kasabasında düşündüm seni ilk. Gelmeyeceğini biliyordum, sadece içimdeydin çünkü. Gelseydin, seninle gelemezdim, bu yüzden bile sadece, gelmeni hiçbir zaman yürekten istemedim…
Ben gemileri severdim ve denizleri. Dağları ise her şeyden çok, yolları ve yol üstü lokantalarını. Hiçbir şeyi şekillendirmek istemezdim, düzeltmekten değil, onarmaktan yanaydı tüm düzenim. Sen gelecektin ve değişecekti her şey. Sevdiklerim az, sevmediklerim fazla gelecekti sana. Kurduğum cümleleri, başlıklarıyla isteyecektin. Her şey bana kalacaktı yine, benden tarihler, sebepler ve kullanılmamış biletler isteyecektin. Yollara düşmek isteyecektin; ama o yolları ben seçecektim. Yaslanacaktın bana, sonsuza kadar, karşılığını bekletecektin her şeyin, o kadar az gelecektin bana, o kadar olmayacaktın…
Biraz şanslıysam, dillendirmeyecektin özgürlük tutkumu. Okuduğum kitapların sayısını merak edip, soramayacaktın. Beni görmeyecek; ama bana hep baktığını sanacaktın. Bu yüzden bile, gelmeni hiçbir zaman içten istemedim…
Yalnızlığım kronikti, gelsen bile değişmeyecekti hiçbir şey. Benim hayatımdaki hiçbir insan, diğerlerinin hayatındakilere benzemedi. Herkes beni yalnızlığımla baş başa bırakmayı borç bildi… Sen gelseydin, yalnızlığın en büyüğünü gölgende tadacaktım. Yalnızlıktan kurtulmayı umduğun bir anda yalnız kalmak, yalnızlığın verdiği acıların en büyüğüdür, o acıyı sonuna dek yaşayacaktım. Biz herkesten farklıyız, deyip susturacaktın içimde yeşermeyi bekleyen tüm filizleri. Ben sana şiirler yazacaktım, sen okuyacaktın. Sana mektuplar yazacaktım, sen, onları biriktirmek için bir kutu aldığında, ben herkesten çok daha mutlu olacaktım. Seninle yapacağımız her şeyin hayalini kuracaktım. Sahil kasabalarında, mutlu akşamüstleri armağan edecektim ve erken uyumadığın akşamlar minnettar kalacaktım sana. İşte bu yüzden, gelmeni hiç istemedim….
Ama geldin…
Bütün hüzünleri devirerek, gerçekleri değiştirerek, insanları masumlaştırarak, hayvanları doyurarak, dağları yeşillendirerek geldin. İnandığım cümleler kurdum senden sonra. Ayrı düştük; ama ayrılmadı ellerimiz, yollarımız ayrılmadı. Şehre, şehrimize başka sokaklardan indik sadece. Her yokuşta elele, yolu uzatmayı ve diğerlerinden ayrılmayı göze alarak…
Şimdi bir deniz kıyısında, seninle; ama sensiz geçirdiğim her dakikayı, sulara anlatıyorum. Kederime ve huzuruma ortak olan ne varsa ve ne varsa hayata dair, hepsini bir bir gözlerime dolan yaşlara ekleyip, boğazımın tam ortasına yapışıp kalan yumruğa gönderiyorum. Seni her günün sonunda kaybedip, her günün başında tekrar buluyorum…
Senin şehrine yüzlerce kilometre uzak bir şehirde, adına şiirler yazılıyor her gün. Her gün, bir kadın, adına sonsuz şarkılar söylüyor kendi sesinden. Duymuyorsun… Sesini duyuramadıkça büyüyor yüreğimin kaleleri, büyüyor yalnızlık. Bir bir yakıyorum adındaki tüm harfleri ve küllerinden yaratıyorum kendi adımdakileri. Ancak böyle karışıyorsun bana işte. Ne gökyüzü, ne üzerinde yürüdüğün toprak, ne o çok sevdiğin denizler yetiyor bize ait olan hayatı yeniden ve eksiksiz kurmaya. Sen her gün, senin için en ulu dağların doruklarından çaldığım havayı soluyorsun, bilmiyorsun…
Ben sana, sen sulara bakıyorsun. Özlüyorum alabildiğine ve aklımda sesin, gözbebeğin, ellerin…
O yüzden hala tarifsiz bende gözlerinin rengi. Hala kimselere anlatamıyorum sesinle açtırdığın çiçekleri.