Son Bir Nefes Daha – Osman Bahar

Son Bir Nefes Daha* 

“Sigarasından son bir nefes çekmeye çalıştığında birden öksürmeye başladı, başını belli belirsiz sallamak istedi ancak belki de uzun zamandır görmek istediği, görmediğine de bir o kadar mutlu olduğu yüzü görünce ne yapacağını bilemedi. Birasını kafasına diktiği gibi hesabı ödeyip, kaçmak istercesine hızlı ama kalmak istercesine kısa adımlarla, arkasına baka baka oradan uzaklaştı. Sokağa atmıştı kendini, biraz serin rüzgâr iyi geldi diye düşündü.”

Dile kolay, dört yılını beraber geçirdiği, hayatının en önemli anlarında yanında olan, beraber yaşadığı, 3000 kilometre uzakta olduğu anda bile yolunu dört gözle beklediği ama bir hiç uğruna 8 ay önce onu terk eden kızı görmüştü.

Normale dönebilmek için mp3’ünün power tuşuna bastığında sanki sırtına bir darbe almışçasına ekşitti yüzünü. Jim Morrison, “love me two times babe” diye bağırdıkça adımlarını hızlandırıyor ama şarkıyı değiştirmeye cesaret edemiyordu. Bu şarkıyı sanki kendisi yazmış gibi her gün ona armağan ederken bir kez daha seviyordu onu, bir kez daha seviliyordu, bunun farkındaydı. Zaten hep şarkılarla anlatırdı derdini, hediye ettiği her şarkıda mutlaka bir alt metin vardı… Sevdiği kız, Hollanda’ya gittiğinde onsuz geçen her gün, mutlaka “wish you were here” ile uyanıyor, Scorpions’un “still loving you” şarkısıyla uyuyordu.

Ara sokaklara dalmıştı hafif çiseleyen yağmurun gözyaşlarına karıştığı gecede ve evin yolunu tuttu. İstanbul’da Avrupa’dan Asya’ya geçmek uzun sürdüğünden, iki saat sonra evine gelebilmişti ama o iki saat sanki bitmek bilmeyen, zamanın durduğu lanet anlardan biri gibiydi.

Uyandı, saate baktı ve sabahın köründe uyanmış olmanın verdiği sinirle ‘günaydın’ yerine küfürleri sıraladı çünkü sabahın körünü gösteren saat, aynı zamanda onun işe yarım saat geç kaldığının da habercisiydi. Apar topar çıktı evden. “Nasıl olsa düzgün görünmem gereken kimse yok” düşüncesiyle dört dakikada çıkmayı başardı.

Uzun bir yolun ardından işe gitti ama aklı neredeydi? Her gün olduğu gibi düşüncelerinde boğuluyordu. Sonra “hayret beni nasıl kovmuyorlar” diye düşünüp tekrar iş yapıyormuş gibi bilgisayarına odaklanıyordu. İşten çıkışta “trafik var, Taksim’den salınayıp Karaköy’den vapurla giderim” diye düşündü ve yine öyle yaptı. Taksim’e geldiğinde önce her gün aldığı alkolün etkisiyle şişmekte olan göbeğine baktı, sonra yine daldı o malum bara…

Ne yesem diye düşünürken bir bira içti, ıslak hamburgerini yerken bir bira daha içti, sonra bir bira daha ve bir bira daha derken o an geldi.. Ve her akşam tekrarlanan o hikâye yine tekrarlandı.

Sigarasından son bir nefes çekmeye çalıştığında birden öksürmeye başladı, başını belli belirsiz sallamak istedi ancak belki de uzun zamandır görmek istediği, görmediğine de bir o kadar mutlu olduğu yüzü görünce ne yapacağını bilemedi. Birasını kafasına diktiği gibi hesabı ödeyip, kaçmak istercesine hızlı ama kalmak istercesine kısa adımlarla, arkasına baka baka oradan uzaklaştı.

Onu terk eden kızın, bu barda çalıştığını öğrenmişti 2,5 ay önce ve o günden bugüne her gün senaryo aynıydı. Onun işe başlama saatine kadar gelip yemeğini yiyor, yemek dediği de ya makarna ya da hiç şaşmayan üç ıslak hamburger, birasını içiyor, kalbi hızlı atmaya başladığı an kız kapıdan giriyor ve o kaçmaya başlıyordu. Aslında ilk başta sadece “neden” diye sormak için bekliyordu. Sonra soramadı, soramadıkça kalmak için bahane üretti ve dayanabildiği son ana kadar dayanmaya başladı ki, o an hep kızın kapıdan girdiği andan öteye geçemedi. Belki de zaten bombok olan hayatını daha da kötüleştirmemek için kalmıyordu.

Ve yine çıktı o bardan, yine vurdu kendini boş sokaklara yüzünü ekşiterek, Jim Morrison eşleğinde… Ümit ettiği tek şey, o Jim Morrison’un bir gün “this is the end, beautiful friend” diye bağırmasıydı…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergikasim2011

Bunu paylaş: