Dedemin İnsanları’ndan Bir Tutam Baharat’a: Ayrılık Ekseninde Dede-Torun İlişkileri*
Ülkemiz sinemasında örnekleri pek görülmese de, beyaz perdeye son dönemde yansıyan bir mübadele filmimiz daha oldu. Çağan Irmak’ın “Dedemin İnsanları” adlı filmi, Yunanistan’dan Türkiye’ye gelen mübadillerin durumunu, ‘ağlatmaya programlı’ tarzıyla iyi kötü sinemaya aktardı. Film, karakterlerin inanılmaz mutlu hallerini yansıtsa da, uzun süren yemek masası muhabbetlerinde ailenin sol görüşü temel almasından ve ülkenin durumundan bir kez bile bahsedilmese de, Irmak’ın üniversite çağında gördüğü Semiyoloji dersinde ‘gösteren, gösterilen, gösterge’ üçlüsü etrafında aklında kalan ve seyirciye hemen her filminde bir şekilde verdiği sinema dersleri etrafında örülse de Dedemin İnsanları; ele aldığı konu ve klasik senaryo yapısıyla sinemamızın iyi örnekleri arasında yer alıyor.
İnsanlık tarihinde mübadele örnekleri arasında hâlâ en büyüklerden biri olarak örnek teşkil eden Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’nin tarihi Lozan Antlaşması’na dayanır. Türk Kurtuluş Savaşı sonrası 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde, Fransa, İtalya, Japonya, İngiltere, Yunanistan, Bulgaristan, Portekiz, Romanya, Belçika, Rus Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyeti ve Yugoslavya temsilcileri ile Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcilerinin Lozan Üniversitesi salonunda, Sevr Antlaşması yerine imzalanan Lozan Barış Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık ve egemenliğinin uluslararası resmi kanıtıdır. Yeni kurulan ülkenin ulusa dair olan temel özellikleri, Lozan Antlaşmasında yer almıştır ve buna göre, Türkiye’de yaşayan ve Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan, vatanı ve milletiyle bölünmez bir bütün oluşturan herkes kanun karşısında eşit ve aynı haklara sahip Türk ulusunu oluşturmaktadır. Henüz Türk ordusu İzmir’i geri almadan önce Türk tarafında mübadele fikri doğmuştur, ancak bu Yunanistan’da Venizelos ve hükümetinin de istediği bir karşılıklı çözüm yoludur. Her iki devletin söz söyleyicilerinin karşılıklı imzasıyla milyonlarca insanın hayatı değişecektir, ancak 1923’te Lozan’da Nüfus Mübadelesi Sözleşmesi’ni imzalamış olan Yunan devlet adamları, bu sözleşmeye imza atmış olmaktan ötürü daima eleştirilmişlerdir. Özellikle Küçük Asya felaketinin mimarı olarak görülen Venizelos, sayısı bir milyonu geçkin insanı yurdundan eden mecburi mübadele fikrinin 1914 yılından beri savunucusudur ve bunun için de suçlanmıştır.*
Yunanistan, mübadeleden en çok etkilenen ülke olmuştur. Mübadele sonrası Anadolu’dan gelen nüfusu kaldıramayan Yunan ekonomisi yeni düzenlemelere gitmek durumunda kalmış ve fakir semtlere yerleştirilen mübadiller, gittikleri yerlerde dışlanmışlardır.
Türkiye’de, Yunanistan tarafından yapılan mübadele filmleri pek bilinmez. İki ülkenin yakınlaşıp uzaklaşmasına bağlı olarak değişen siyasal eğriye paralel olarak filmlerin ideolojisi de değişir. Anadolu’da kalmayı başarabilen Yunanlılar, kendilerini Yunan’dan saymamalarına rağmen mübadele tehlikesinin ardından, bir rüzgârla daha sarsılacak ve 6-7 Eylül olaylarının sonrasında patlak veren Kıbrıs sorunuyla ülkeyi terk etmek zorunda kalacaklardır.
Dedemin İnsanlarındaki dedenin bir diğer yaralı muadili olan Politiki Kouzina’daki dede de torunun aşkla ve gururla izlediği, örnek aldığı bir aile büyüğüdür. Ülkemizde beyaz perdeye ve ardından televizyon ekranlarına da yansıyan Politiki Kouzina, geride kalanların yaşamına göz atar. Parçalanan ailelerin, yurdunu terk etmek istemeyen büyükbabaların ve onların hikâyeleriyle yetişen torunların profilini anlatır.
İSTANBUL MUTFAĞI (BİR TUTAM BAHARAT)
ΠΟΛΙΤΙΚΗ ΚΟΥΖΙΝΑ (2003)
Yapımcılığını Village Roadshow Productions’ın, yönetmenliğini ve senaryosunu Tassos Boulmetis’in üstlendiği 2003 yapımı duygusal dram türünde olan İSTANBUL MUTFAĞI (Politiki kouzina / Πολίτικη Κουζίνα), Küçük Asya Felaketinin ardından çıkan zorunlu göç kararıyla Yunanistan’a gelen mübadillerin geride bıraktıklarını, İstanbul Rumlarının Lozan Antlaşması dışında tutulmasını, Türk uyruğu taşımadığından yurdundan edilenlerin çektiği ızdırabı, parçalanan aileleri ve küçük bir çocuğun yetişkin olmasının ardından cesaret edip kendi ‘vatanına’ ve ‘köklerine’ yıllar sonra dönüşünü yemek kültürü çerçevesinde sıcak bir dille anlatmaktadır. 108 dakika olan filmin müziklerini Evanthia Reboutsika yapmış, oyunculuğu ise Yorgos Horafas, Ieroklis Mihailidis, Başak Köklükaya, Tamer Karadağlı (konuk oyuncu), Renia Louzidou, Stelios Manias, Tasos Bantis, Odisseas Papaspiliopoulos, Markas Osse, Thodoros Eksarhos, Kakia Panagiotou, Konstantina Mihalidou, Themis Panou, Ersi Malikenzou, Marina Kalogirou, Mihalis Giannatos, İlias Zervos, Athinodoros Prousalis paylaşmıştır.
Türkiye’de bulunan azınlıkların en önemli kültür göstergelerinden olan ‘yemek’ kültürü, bu grupların kendi tatlarını, kökenlerinden getirdikleri farklılıkları göstermede kültürel semboller kadar önemli bir yer taşımaktadır. Serdar Turgut, Yemek Kültürü ile ilgili yazısında şu şekilde belirtmektedir: “Yemek kültürü sadece yapılan yemeklerden ibaret değildir. Yemeğin nasıl sunulduğu nasıl anlatıldığı, etrafında nasıl bir yaşam biçimi örüldüğü de konumuza girer.”[1] Öyleyse kültürden bahsetmek için bir gruba ait yaşam şekli de devreye girmekte ve kültürel değerler grubun özelliklerinin işlenerek korunmasından ve bunun kuşaktan kuşağa aktarılmasından geçmektedir.[2] Millet ve ulus kavramı ise günlük yaşamdaki ortak değerler ve davranışlar üzerine kuruludur. Dolayısıyla her milletin farklı yeme alışkanlıkları, ön plana çıkaracağı tatları ve yemek kültürü de bulunmaktadır. Bu nedenle Akdeniz mutfağı, Ege mutfağı gibi genel bir gruba ve coğrafi parçaya ait geniş bir çerçeve karşımıza çıkabileceği gibi, Fransız mutfağı, Türk mutfağı gibi daha ulusal bazda indirgemeler de söz konusu olabilir.
İstanbul Mutfağı, İstanbul’da yaşayan Rum ailelerin geleneklerini, yaşam tarzlarını, inançlarını, kültürlerini ve davranışlarını yemekler ve onlara tat katan baharatlar eşliğinde bir dede-torun ilişkisi üzerinden anlatmaktadır. Konstantinopolis ismini kısaltarak söyleyen Rumlar ve Yunanlılar, İstanbul’u şehir anlamına da gelen “Poli” şeklinde kullanırlar. Politiki, İstanbuldan/İstanbullu olan anlamını taşır (Smyrniotiki, İzmirli/İzmirden gibi). Yemek kültüründen bahseden filmin adı ise İstanbul Mutfağı anlamına gelen Politiki Kouzina’dır. Film, İstanbul doğumlu olan ve çocukluğu İstanbul’da geçen Rum asıllı astrofizikçi Fanis’in, yemeklerden yola çıkarak kendisine hayat hakkında pek çok şey öğreten ve astrofizikçi olması konusunda bile büyük payı bulunan dedesi Vasilis’in hastalanması üzerine yıllar sonra geçmişini, dedesini, çocukluk aşkını bıraktığı Küçük Asya topraklarına dönüşünü konu alır. Aile içinde en güzel yemeği yapmaya çalışan annesini, teyzelerini, halalarını izleyerek büyüyen Fanis, bir erkek çocuğu olmasına rağmen mutfakta olağanüstü tatlar sunmaktadır. Bu, onun başına sonradan dert açacak, Akrabalar arasında kusur olarak görülecek, ailesi Fanis’i yemek yapmaktan zorla ayıracaktır, ama bu asla çocuğun yemeklerden kopmasına vesile olmaz. Türk uyruklu olmayan Rumların, Küçük Asya’dan zorla gönderilmeleri üzerine Fanis’in depresyona girişi başlar. Atina’da mutlu olamayan ve kendi kültürünü çevresine de yansıtan Fanis, dedesinin kendisine öğrettikleri üzerinden hem başarılı bir aşçı hem de üniversitede fizyonom olmuştur. Onca yıl içerisinde kökenlerinin Küçük Asya’ya ait olduğunu vurgularcasına dede hep söz verip Yunanistan’a gelmez, yine aynı şekilde gelecek kuşağın yeni vatanda yeni umutlarla yaşama karışmalarını, ama kökenlerinin hep geride kalacağını ima edercesine Fanis ile ailesi de bir kez olsun İstanbul’a gitmezler. Fanis kesin olarak İstanbul’a gitme kararı aldığında dede yine Atina’ya gelmek için söz verir ama bu kez gerçekten havaalanında fenalaşır ve hastaneye kaldırılır. Böylece 35 yıl aradan sonra dedesini tekrar görmek için Atina’dan yola çıkıp doğduğu şehre geri dönen Fanis, çok sevdiği ve hiç unutmadığı dedesini Balıklı Rum Hastanesinde ölüm döşeğinde bulur, kısa süre sonra dedenin ölümüyle ilk aşkı Saime’yi de cenazede görmüştür.
Dedesinin ve ailesinin yanında pek çok şey öğrenen, insan ilişkileri, yemeklerin ve baharatların katacağı tatlar konusunda oldukça bilgisi olan Fanis henüz küçükken, dedesinin dükkânında ilk aşkı Saime ile paylaştıkları, yine dükkâna uğrayan bir diplomatın Fanis ile aynı yaşlardaki oğlu Mustafa’nın askeri bir disiplinle yetiştirilmesi ile bu üç çocuğun arkadaşlıkları, kulaktan kulağa yayılan ve gittikçe tırmanan Kıbrıs olayları fonunda kendini gösterir. Bir gece aile yemek masasındayken kapının çalınmasıyla aile bireyleri kaygılanır. Emniyet müdürlüğünden görevliler gelmiştir ve uygun bir dille Bay İakovidis (Fanis’in babası)’in ikamet teskeresinin yenilenemeyeceğini ve bir hafta içerisinde yalnızca şahsi eşyalarını yanına alarak ülkeyi terk etmesini söylerler. Adam, bir süre düşünür, gözleri dolar. Fanis’in dedesi ve annesi Türk uyruklu olmasına rağmen İstanbul’da kalabilme cesaretini gösteren yalnızca dede Vasilis olur. Dede ve torunun yolları böylece ayrılır.
Filmdeki diyaloglarda da tanık olunduğu gibi Türkiye’deki iktidarın, azınlıkları hedef alacak biçimde Yunanistan’dan intikamını almasıyla Rumlar arasında 6–7 Eylül olayları sonrasında henüz azalmayan, hatta gittikçe artan bir endişenin doğmasına yol açmış ve Lozan’da ètablis (yerleşikler sorununun) kuralına bir diğer ülkeye nota verilmesi amacıyla yeniden göz atılmıştır. Dönemin İsmet İnönü başkanlığındaki koalisyon hükümeti (AP-CHP) “Yunan tebaalı bütün Rumların istisnasız sınır dışı edileceği” yönündeki kararı ile azınlıklar bir kez daha kurban seçilmiştir.
1963’ten itibaren, Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türklerine yönelik giriştikleri saldırılar sonucunda, birinci bölümde de bahsettiğimiz iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti yıkılmış ve adayı ikiye bölen yeşil hat oluşturulmuştur. Bu tutumlar nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti, Yunanistan’ın Kıbrıs konusundaki sorumluluklarını hatırlatmak ve uyarı niteliğinde olması için ilk etapta İstanbul’da yaşayan Yunan vatandaşları, Rum azınlık ve Fener Rum Patrikhanesi hedef seçmiştir. Türkiye, Makarios’un uyguladığı politika üzerine İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması’nı fesheder. “1964’te Türkiye’de, 30 Ekim 1930’da imzalanmış olan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması’na uygun olarak Türkiye’ye gelmiş, yerleşmiş, iş ve aile kurmuş bulunan 2990’ı Batı Trakyalı olmak üzere toplam 12.724 Yunan vatandaşı yaşamaktaydı. Türkiye, 16 Eylül 1964’te 1930 İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması’nı tek taraflı olarak bir kararname ile feshetti. Antlaşmanın 36. maddesşne göre fesih kararının uygulanmasına 6 ay sonra başlanması gerekiyordu. Ama Türkiye, ülke savunması ve genel güvenliği ilgilendiren konularda, ithalat ve ihracatta iki ülkenin birbirlerine tanıdıkları ayrıcalıkların kaldırılabileceğini belirten 16. maddeye dayanarak uygulamayı hemen başlattı.”[3] O dönemden itibaren 1966 yılına dek on bin civarında Yunan uyruklu ve kaygı veya ailesel nedenlerden ötürü 55–60 bin kadar Rum asıllı Türk vatandaşı Küçük Asya’dan ayrılarak Yunanistan’a göç etmiştir.
Baharat dükkânı bulunan dede Vasilis ile torunu Fanis arasındaki ilişkiyi, dedenin torununa baharatların da kişiliklerinin olduğunu ve tatların yaşamdaki pek çok şeye yorumlanabileceğini öğrettiği gibi gezegenlerin karakterlerini de baharatlar üzerinden ve yemek tariflerinde hangi baharatın kişilerarası ilişkiyi hangi yönde etkileyebileceği konusunda sıcak ve duygusal bir çerçeve çizer. Evdeki kızın gelinlik çağa geldiğinde iyi yemek yapmayı biliyor olması, oturup kalkmayı ve konuşmayı öğrenmiş olması, yemek kültürünün İstanbullu azınlıklar genelinde önemi bulunması, Türkiye motifi üzerinden sunulur. Dialoglar arasında Rumlar üzerinden Yahudiler ve Ermenilerin de kültürlerinin, davranışlarının, hangi hareketi ne için yaptıklarının tahmin edilmesi bol kişili sıcak bir aile görüntüsü ile çizilmektedir.
Aile, Türkiye’nin aldığı kararla Atina’ya gittiğinde İstanbullu Rumların kurduğu Palaio Faliro adı verilen ve çoğunlukla İstanbullu Rum ailelerin oturduğu (Burası Nea Smyrni’ye [Yeni İzmir] yakın bir caddedir.) caddeye taşınırlar. Yunanistan’a gelen ve Türkiye’deyken anakarayı bulduklarından çok daha güzel bir dünya olarak hayal eden Rumlar için bütünüyle ‘yabancı’ kimlikler gözümüze çarpar. Her ne kadar komik olaylar üzerinden Rumların, Yunan yaşamına karışması konu edinilse de Fanis’in okula başlamasıyla beraber durumunun iyiye gitmemesi, akıllı olmasına rağmen kızlarla oyun oynaması veya içine kapanık olması nedeniyle Bay İakovidis sürekli oğlunun öğretmeni tarafından okula çağırılmaktadır. Baba, kendi hatalarının da farkına burada varır. Rumların kendilerini, kendi anavatanları olması gereken yerde ‘yabancı’ hissetmeleri, Yunan kültürünü ve tarihinden bihaber olmaları filmin belki de en komik, ama düşündürücü olan ‘fiil çekimi’ sahnesinde verilmektedir. 1821 Yunan Devrimi’nde bağımsızlığın mimarlarından olan Kolokotronis adlı klefti, ikinci tekil şahıs fiili zanneden Fanis’in babasına öğretmenden “Kolokotronis bir fiil değil, bizim ulusal kahramanımızdır.” uyarısı gelir.
“Türk” olarak görülen, Türk olarak addedilen İstanbullu Rumlar her ne kadar kendilerini Helence konuşan Ortodoks Hıristiyan ve Bizans’ın torunları olarak savunsalar da Yunanlılar için İstanbullu Rumlar bir yabanidir, Türktür, reayadır. Göçmenler, mübadelede olduğu gibi yıllarca iki ülke arasında çıkacak en ufak bir kıvılcımdan kendilerinin ateş alacaklarını bildiklerinden yıllar boyu kaygı ve korku içinde yaşamışlar, Yunanistan’a giderken de oraya bir nevi kurtuluş gözüyle bakmışlardır.’Anavatana gidiş’ gibi görülen göç sonunda kendi vatanlarında ‘Türk tohumu’ gibi nefreti ve aşağılamayı belirten sözcükler ile karşılanmışlar ve o şekilde muamele görmüşlerdir. Fanis, ergen yaşa geldiğinde annesi ve babasıyla yemek masalarında yine gelmekten vazgeçen dedelerini beklerlerken Bay İakovidis efkârlanıp o güne dek hiç konuşmadıklarını ailesine söyleyecek, aslında dedenin hiçbir zaman gelmeyeceğini ve kararın çıktığı gün Emniyet müdürlüğünden gelenlerin “Müslüman olursan gitmek zorunda kalmazsın” sözünü kulağına fısıldadıklarını anlatacak ve diniyle memleketi arasında gidip geldiği o uzun saniyeler için utanç duyduğunu belirtecektir. Dolayısıyla inanç özgürlüğünün de böylelikle barış zamanlarına ait olduğunu, barış olmadığında ve hırlaşmalar başladığında iki toplum için de din olgusunun manipüle edilen ve iki toplumu bölücü bir görev üstlendiğini görmekteyiz.[4]
Fanis’in Türkiye’den sınır dışı edildiklerinde fonda anlattığı yaşanmışlıkları ve hissettikleri aslında Küçük Asya Felaketinden beri azınlıkların neler çektiğini tek cümleyle özetler: “Türkler bizi Yunanlıymışız gibi kovdu, Yunanlılar ise Türkmüşüz gibi karşıladı.”
Fanis’in yıllar sonra dedesinin yanına döndüğünde onu ölmeden önce son kez görmesinin ardından çocukluk aşkı Saime ile karşılaşması yeni bir umut, yeni bir aidiyet hissini beraberinde getirmektedir. Saime evlenmiş, bir kızı olmuştur ama eşiyle arası bozuktur. Fanis’i kızının doğum günü partisine çağıran Saime o akşam Fanis’ten bir karar vermesi gerektiğine dair yaptığı konuşmayı dinler, fakat kapı çalınır, gelen Mustafa, yani Saime’nin kocasıdır, yani azınlıklara düşman gibi davranan sert diplomatın oğlu… Mustafa ve Fanis arasında ertesi gün hamamda özel bir konuşma geçer. Geçmiş günlerden, Fanis’in Saime’ye olan duygularından aralarına gergin bir duvar örerek bahsederler. Fanis orada da Türkiye’den gitmediklerini, kovulduklarını vurgular. Mustafa çok üstelemez, ama Saime’nin yine kendisini, yani eşini seçtiğini söyler. Tren garında Fanis henüz küçükken onları uğurlamaya gelen Saime, bu kez giden olacak ve Fanis onu uğurlamaya gelecektir.
Sırası gelmişken, filmde Mustafa karakterinin Türk ulusal kimliğine yaptığı atıftan bahsetmekte de fayda var. Mustafa’yı filmde ilk gördüğümüz yer Fanis’in dedesi Vasilis’in baharat dükkânıdır. Henüz çocuktur ve üzerinde sünnet kıyafeti vardır. Vasilis, Mustafa’ya büyüyünce ne olacağını sorduğunda Mustafa hemen “Doktor!” olarak yanıtlar. Babası ise sertçe onu azarlayıp “Asker” olacağını söyler. Vasilis duruma şaşırıp suskun kalır ve “Askeri doktor olacak.” diyerek ortamı yatıştırmaya çalışır. Mustafa gerçekten de askeri doktor olur. Mustafa’ya atfedilen sünnet kıyafeti ve asker vurgusu, Türk ulusal yapısında erkeğin “adam” olma yolunda attığı adımlardır. Her Müslüman Türk erkeği çocukken erkekliğin ilk adımı olan sünnetini olur ve askerde büyük bir adam olup cesur olduğu vatani görevini yerine getirerek ispatlar. Sünnet olmak, Allah yolunda kutsal bir gereklilik, asker olmak vatan yolunda kutsal bir gerekliktir. Türk olmanın olmazsa olmazı sünnet olmak ve asker olmak olarak filmde Mustafa üzerinden bu şekilde vurgulanır.
Aşırı Türk milliyetçilerinin ‘1453’ten beri İstanbul’ serzenişlerinin dışında genel olarak her iki ülke izleyicisi tarafından beğeni toplayan film için aykırı görüşler de mevcuttur. Kabul edilmesi gerekir ki İstanbul Mutfağı da klişe yapısından kurtulamamıştır. Üç ayrı başlıkta, üç ayrı zaman açılışında İstanbul görüntüsünde sunulan minareler ve hocanın ezan okuması, İkinci bölümün Atina açılışında kilise, papaz ve çan sesleri her iki tarafın milliyetçiliğinin oluşumunda inanç önemli bir yer taşımaktadır ancak, bu şekilde iki ülkenin belkemiğinin ‘din’ olduğunu vurgular gibi bir tablo yansıtılmıştır.[5] Milliyetçilik Temalı Filmler panelinde konuşmacı olarak yer alan tarihçi Edhem Eldem, Bir Tutam Baharat filmi özelinde filmden hoşlanmadığını milliyetçilik çizgilerine atıf yaparak şu şekilde belirtir: “Yakınlaşma meselesinde de sinir olduğum bir şey: şiş kebap, rakı-uzo sendromu. Bundan da nefret ediyorum. Çünkü orada aslında çok derinden milliyetçi bir söylem var. Diyorsunuz ki ‘Yunanlar bana benziyorsa kabul ederim.’ Çiftetelli, şiş kebap falan; bu karşındakinde kendini aramak. Bunun zımnen geldiği mana, “Karşımdaki benzerse kabul ederim benzemezse kabul etmem.” Popüler ve politik düzeyde eğer bir yakınlaşma yaratmak istiyorsanız, burada kalırsanız iyi. Ama daha sonra ‘Baharatlarımız aynı, müziğimiz aynı, niye kızdık ki birbirimize?’ gibi şeyler söylerseniz meseleyi hiç bir zaman çözemezsiniz.”[6] Konuya farklı bir açıdan yaklaşan tarihçi, farklılıklar üzerinden Türk-Yunan sorunlarının çözümlenmesi gerektiğini sinemada genel söylem olan milliyetçiliğe yayarak belirtmektedir.
Sonuç olarak Küçük Asya’da Venizelos’un yoğun çabaları sonunda kalan İstanbullu Rumların yarısını ülkeden temizleme girişimi de yine ulus devlet kurma süreci çabalarının devam ettiğini gösteren ‘Türk uyruğu’, ‘Yunan uyruğu’ ayrımının yapılmasıdır. Kıbrıs’ta Metaksas yönetiminin ada halkını birbirine kırdırmasının bir sonucu olarak azınlıklar bir kez daha zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır. İstanbul Mutfağı, Türk-Yunan ilişkilerinin ısındığı bir dönemde vizyona girmiş ve her iki ülkede de büyük başarı kazanmıştır.
*“Balkan Harbinden yaklaşık on altı yıl sonra, Venizelos 17 Haziran 1930 tarihinde Yunan Parlamento’sunda yaptığı bir konuşmada o dönemde hangi şartlar altında mübadele fikrine sıcak baktığını açıklamak zorunda kalır:
‘Balkan Savaşları sonrasında, Türkiye’den Rum unsurunun kovulmaya başlanması ile karşı karşıya kaldığım zaman [Yunanistan’ın tekrar] savaşa girmesine engel olmak amacıyla her çareye sarıldım. Binanaleyh aşağıda sıraladığım konularda Türkiye ile anlaşma zemini aradım: [Türkiye, Ege] adalarını Yunanistan’a terk etsin ve ben de o zaman Yunan hükümeti olarak, Türkiye’de yaşayan Rumların bir kısmına –ki bunların Türkiye’deki varlığı Türk hükümeti tarafından tehlikeli olarak görülmektedir- ahlaken şunu tavsiye etmekle kendimi yükümlü görürüm: Eğer mümkünse, evlerinin, Yunanistan’daki Türklerin evleri ile değiş tokuş edilmesine izin versinler.’” (Ayhan Aktar, ”Türk Yunan Nüfus Mübadelesinin İlk Yılı, Eylül 1922-Eylül 1923”, Yeniden Kurulan Yaşamlar İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., Der: Müfide Pekin, İstanbul, 2005, s.53.)
[1] Serdar Turgut, www.tumgazeteler.com 10 Aralık 2006
[2] Max. Weber, “Millet” Doğu Batı Düşünce Dergisi, Çev: Ebru Çerezcioğlu, Sayı 39: Milliyetçilik-II,. (Kasım, Aralık, Ocak 2006-2007)
[3] Fırat, a.g.e. s.732.
[4]Ayşe Kırtunç Lahur, ”İkisi de İki Kere Yabancı”, Yeniden Kurulan Yaşamlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., Der: Müfide Pekin, İstanbul, 2005, s.197.
[5]Y. Güven, “Komşuda İstanbul’a Hasret Var”, Yeni Film Dergisi, Sayı:4, Ocak-Mart 2004 s?
[6] Panel: Milliyetçilik Temalı Filmler www.mafm.boun.edu.tr