Söyleşi: Cansu Fırıncı*
Kimi oyuncular var ki, oyunculukları bile tartışılacak durumdayken her yaptıkları olay olur, gündemden düşmezler. Kimileri de daha iyi oyuncu olmanın peşinde koşturup, devamlı bir şeyler mücadele ederler. Dizisini, filmini hatta tiyatro oyununu birarada götürürler ama hiçbir basın organında adından bahsedilmez. Yaptığı işlerde politik tavırlar göze çarpar. Sizi ikinci kısımda tasvir ettiğimiz kısma koyabiliriz. Sizi tanımayanlar için kendinizi anlatsanız.
Öncelikle popüler kültürle sanatı birbirine karıştırmamak gerekiyor. Popüler kültür de sanat gibi her daim varoldu. Bunlar ayrı kulvarlar ama toplumsal anlamda birbiriyle sürekli karıştırılıyor. Popüler kültür, sanatın kendisi rolüne konuyor. Buna karşı durmak lazım.
Ben emekçi bir ailenin çocuğuyum. Babam, annem bana üç aylık hamileyken suda boğularak vefat ediyor. Suda bir can gitti, yeni bir can geldi diyerek adımı Cansu koyuyorlar. Dedem Fırıncı olduğu için de soyadı kanunu döneminde bunu soyadı olarak seçmişler. Anne tarafım madenci, baba tarafım fırıncı olunca emekçi bir ailenin ferdi konumundayım. Dedem, Almanya’ya giden ilk madenci kuşağından. Böyle bir ailede yolu bir şekilde sanatla buluşmuş biriyim. Ortaokul terk olan annemin “Kitap okuyan çocuk akıllı olur” düşünesine sahip olması beni etkiledi. Her salı ve cuma günleri Bartın’ın pazarıydı ve annem her hafta bana kitap getirirdi. Kitaplarla, okumayı yeni söktüğüm günden beri iç içeyim. Kitap sevgisi, benim sanat hayatımın temelini oluşturan ilk adım oldu. Çocukluktan beri gelişen bir taklit yeteneğim de vardı. İlkokulda keşfedilince öğretmenlerim okulda yapılan her etkinlikte beni sahnede görmek isterdi. İlk sahneye çıkışım, ilkokulu bitirme müsameresinde benim yazdığım “Kötü Evlat” adlı oyunla oldu. Sonra araya ayrılıklar girdi. Annem ikinci evliliğini yapınca aramıza biraz ayrılık girdi. O dönemde mektuplar ve şiirler yazmaya başladım. Aziz Nesin’in dediği gibi, her üç kişiden dördünün şair olduğu bir toplumuz sonuçta.
Daha sonra, İmam Hatip Lisesi’nin, Polis Akademisi’nin kıyısından döndüğüm askeri okulu terk ettiğim maceralarım oldu. Derken Bartın Gençlik Merkezi’nde Zafer Gecegörür tarafından yönetilen tiyatro çalışmalarıyla tanıştım ve o günden sonra tiyatro hayatım aralıksız devam etti. Zafer Gecegörür, benim ilk tiyatro eğitmenim. Bartın Bölge Tiyatrosu’nu kurdu ve Anadolu’da karınca gibi çalışan tiyatro adamlarından biriydi. Şunu da itiraf etmek gerekirse, Zafer Gecegörür’le tanışmadan önce bıyıkları yeni terlemiş biri olarak Ülker Ocakları’na gidiyordum. Çünkü başka çareniz yoktu. 80 sonrasında Anadolu’nun her şehrine iki tane ocak açmışlardı. O dönemin iktidarı için milliyetçiliği tırmandırmak önemli bir araçtı. Zafer Hoca, bana asla “sosyalist ol, devrimci ol” demedi fakat soru sormayı öğretti. İşte onu öğrendikten sonra yolumuz otomatik olarak doğruyla buluştu. Üniversiteye gittiğimde duvarda Komünist Parti afişini gördüm ve “Bizim partimiz kurulmuş” dedim. Sonra partiyi ararken yolum Sosyalist İktidar Partisi’yle birleşti. 2001 yılında parti Türkiye Komünist Partisi adını aldı ve o günden bu yana ben bu siyasi hareketin içindeyim. Sanatsal çalışmalarımın yanında doğrudan siyasi çalışmalarım da var.
Elimden geldiğince yazıyorum, çiziyorum, oynuyorum. Gözden uzak olduğumuz doğrudur. Çünkü popüler kültürden uzak bir üretim peşindeyim. Cihangir’de yönetmen masalarında içki içip kendime rol bulma telaşı içinde değilim. Bartınlıyım, çok sevdiğim Ankara’da altı yıl geçirdim ve Kadıköy’de yaşıyorum. Kadıköy’den hiç dışarı çıkmadım. Umarım bundan sonra da hayatımın geri kalanında popüler kültür ve magazinel olaylardan uzak durarak sanat hayatımı yaşayabilirim. Bir gün geliyor ki eğer yaptığınız işin biraz niteliği, kalitesi varsa o iş toplumsal kitleyle buluşmayı başarıyor. Ben artık otuz yaşına gelmişken bunu yaşamaya başladım. Verdiğim emeklerin karşılığını almaya başladım. Varsın olsun milyonların sevdiği niteliksiz filmlerde, büyük prodüksiyonlu dizilerde oynamayım ama şu anda içinde olduğum işler maddi olarak hayatımı idame ettirmeme yetmese de manevi olarak beni tatmin ediyor. Bu anlamda mutluyum.
Her çiçekte balınız var misali yazıp, çiziyor, oynuyorsunuz. Bir yandan söyleşiler, siyasi çalışmalar. Bu döngüye ayak uydurmak biraz zor gibi görünüyor. Bu kadar enerjiyi nasıl buluyorsunuz?
Açıkçası ben nasıl ayakta duruyorum bilmiyorum ama her sanat üreticisinin kendince geliştirdiği yöntemler vardır mutlaka. Benim yöntemim az uyuyup, çok çalışmak. Yaptığım işe kıymet veriyorum. Oyunculuk yaptığım için yediğime içtiğime dikkat etmek, yazarlık yaptığım için okuma zamanlarıma riayet etmek ve bunların yanında tiyatro oyunlarını takip etmek, romanlar okumak, sinema filmleri televizyon işlerini bilmek zorundayım. Sadece yazarsam, sadece oynarsam olmaz. Başkalarının yaptıklarını, oynadıkarını da görmek zorundayım. Tüm bunların bendeki karşılığı her şeyi bir plan çerçevesinde yapmak ve az uyumak. Bazen gerçekten çok yoruluyorum. Aynı anda birkaç iş yapabilmek için beynim çok hızlı çalışmak zorunda. Bir süre sonra bu beni yoruyor. Hayatta her insanın bir zaafı vardır, benim zaafım alkol. Aylarca içmediğim olur ama bir an gelir ki bulduğum boşluklarda gider, içerim, sızarım. 10-15 günlük hayattan kopuk yaşadığım ara dönemler oluyor. Bu da benim çalışma sistematiğimin bir parçası haline geldi.
Dizi piyasasının içler acısı halini hepimiz biliyoruz. Konuyla ilgili “abilerimiz”in görmezden geldikleri şeyler oluyor ama siz, rahat durmadınız ve yaşadıklarınızı deşifre ederek her şeyi tek tek anlattınız. Bu süreçte neler oldu anlatabilir misiniz?
Tamam kapitalizm bir cehennem ama cehennemin de bir mantığı olmalı. Türkiye’de dizi sektörü tam bir şizofrenik cehenneme dönüştü. Artık akılla izah edilemeyecek boyutlarda saçmalıklar ve sömürüler var.
Bir oyuncuya şunu neden yapasınız: İki bölüm diye çağrıldım. Sonra “Biz sizi iki bölüm diye çağırdık ama devam edeceğiz” dendi. O karda kışta Isparta’ya gittim. İstanbul’a tekrar döndüğümde ‘program değişti’ deyip tekrar geri çağrıldım. Sette kimseyi kırmadım, kimseye gıkımı çıkarmadım. Elime senaryo verdiler, beş dakika sonra reji ezberimi kontrol etti ve tek kelime hata bulamadığı için bir daha hiç kontrole gelmedi. Uçakta çalıştım, otobüste çalıştım, bir tane tekrar yaptırmadım. Sezon finali oldu, dizi kalkacak mı, kalkmayacak mı derken, dizinin bir sezon daha devam edeceği duyuldu. Telefon geldi ajanstan, “Cansu Bey, kimseye söz vermeyin. Sezonun gidişatı belli olacak. O toplantıdan sonra rolünüzün devam edip etmeyeceği belli olacak. Biz sizi arayacağız” dendi. Ben de makul bir cevapla “iki haftasonrasına yani Temmuz ayı ortasına beklerim, daha da bekleyemem” dedim çünkü yeni dizilerin cast’ları hep bu dönemlere denk gelir. Sezonu kaçırabilecek durumda olmadığım için de gayet net konuştum. Onlar da belirtilen sürede aradılar ve “Senaryoda değişiklik yapıldı, karakterinizde şöyle değişiklik olacak ve ana cast’a dahil olacaksınız. iki hafta sonra da ödemesi belli olacak, onun için arayacağız” dendi. Bu arada bana üç tane diziden teklif geldi ve ben “Sakarya Fırat’ta oynuyorum” diyerek bunları geri çevirdim. 2 hafta sonra ajans arayıp ödememi söyledi. Sonra şirketten muvafakatname için notere gittim, benim için 1900 TL para harcadılar. Sonra çağırdılar, sözleşmeyi imzaladık. Bir ay sonra ilk iki bölümün senaryosu geliyor, rol yok. Aradım, “henüz şirketten bilgi gelmedi” dediler. Üçüncü bölüm senaryosu geldi, yine yokum. Aradım, bir sonraki bölüm gireceğimi söylediler. Dördüncü bölüm, beşinci bölüm yine yokum. Benim şalter attı. Oyuncu olan benim, dolayısıyla deli olan benim. Onlar para kazanan sermaya sahipleri olduğu için akıllı olanlar. Onlar deli olsaydı kameranın önünde onlar olurdu. Çünkü bu iş gerçekten deli işi.
Neyse aradım ajansı, “Bana bilgi verin. Bir sonraki bölümde varsam varım, yoksam yokum. O sete gitmem. Bacağımı burkarım gitmem. Beni gayet iyi anlamışsınızdır umarım” dedim. Sonra ajans sahibi gitti, görüştü. Senarist yazın yazabileceğini düşünmüş ama sonradan değişiklikler olmuş, ilerleyen bölümlerde yazacakmış. İlerleyen bölümler muğlak şeyler. Dizin reytingi düşecek, yandan hikaye bağlamak gerekecek. O zamana kadar Cansu beklesin. Sen senarist olarak beklersin de Cansu nasıl beklesin? Benim ağacın dibine gömülmüş bir küp altınım yok ki. Sonra ben şuna karar verdim: Pek çok oyuncunun başına bunlar geliyor. Setlerde daha büyük sorunlar bile ortaya çıkıyor. Ben susarsam kendime ihanet etmiş olurum. “Bunu kamuoyuna gücümün yettiğince, on kişi, bin kişi, on bin kişi demeden kaç kişiye duyurabilirsem duyuracağım” diye karar aldım. Bir daha bana iş vermemelerini göze alarak yaptım. Zaten benim gibilerin oynarak kazandığı paralarla ev araba alması mümkün değil. Gözümü kararttım ve olanı olduğu gibi sadece Facebook’a koydum. Sonra bu bazı sitelerde haber oldu, Azizm’den destek buldu, ekşi sözlük’e düştü. Bunun sonucunda ne olduğunu merak ediyorsanız; Trabzonsporluların gol yedikten sonraki tepkisi gibi “uyy sessizlik” oldu. Ne yapımcıdan, ne ajanstan özür geldi. Başka dizilerden işler geldi ama birkaç bölümlük işler oldu. Dizi kariyerimde birkaç bölümü kaldıracak gücüm kalmadı. Akasya Durağı’nda otuz bölüm, bana bu golü atan Sakarya Fırat’ta on üç bölüm oynadım. Başka altı-yedi bölüm oynadığım, bir bölüm oynadığım pek çok dizi var. Bölüm işi artık kabul etmediğim için televizyondaki hayatım altı aydır sessizlik durumuna geçti.
Tabi yapımcı da hala susuyor.
Belki susmuyorlardır kendi aralarında kim bilir.
Televizyonlarda, gazetelerde muhalif kimliğinden geçilmeyecek oyuncular dolaşıyor. Bu olay üzerine tek kelime etmezler. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Kelime eden de var, etmeyen de. Ama işin şu boyutu var ki, kelime etsen de fayda etmiyor. Devlete göre oyunculuğun meslek tanımı yok. Tanımı olmayan bir şeyde nasıl hak arayacaksın? Oyuncular Sendikası kurulunca bu tanımı oluşturmak için çalıştı, devletten sözler aldı ama torba yasada yine tanım yapılmadı.
İşin ikinci boyutu sanatçılar çok örgütsüz. Çok kritik anlarda bir araya gelip konuşulsa da, o anlar dışında sağlıklı bir örgütlenme yok. Varolan örgütler ya da sendikalar da çok büyük çabalarla ayakta durmasına rağmen etkisiz oluyor. Bazen o muhalif popüler sanatçıların, çıkıp bir cümle sarfetmesi daha fazla toplumsal etki yaratıyor. Maalesef böyle garabet bir durum söz konusu.
Pek çoğumuz emekçiyiz, doğru ama yaşam biçimi olarak orta sınıf hayat yaşıyoruz. Belki öğrenciler gibi henüz sınıf sahibi olamayan bir topluluğuz da diyebiliriz. Her an çok büyük sermaye sahibi olabilir, her an yokluk içinde ölü de bulabilirsiniz. Dolayısıyla hızla dönen çemberde bir tepeyi görüp bir dibi görüyorsunuz. Bu insanların ruhsal durumları da farklı oluyor. Orta sınıf yaşam biçimi sanatçıların büyük çoğunluğunu zaman zaman çok çıkarcı yapıyor. Herkes yapımcılarla, sektörle tam bir karşı duruşu göze alamayabilir, oluşturdukları hayat standartlarını korumak için televizyonda olmak zorundalar. Bunun dengesi maalesef susmaktan, açıklama yapmamaktan, yuvarlak konuşmaktan geçiyor. Türkiye’deki emekçi sınıfın toplumsal muhalefeti arttığı anda sanatçıların muhalif gücünün ortaya çıkmasını sağlayacak. Sanatçı bireysel bazda topluma öncülük edebilir ama eylemsel bazda sanatçıların toplumu muhalefete sürüklediği anlar çok nadiren ortaya çıkar.
Bunu tiyatro eylemlerinde biraz gördük ve insanlar da biraz şaşırdı.
Tekel işçilerinin eylemine gözünü kaparsan, gün gelir biri çıkar; “bunlar halk düşmanı, halkın parasını çar çur ediyorlar, ben bunları kapatacağım” der. Sen de “Bunlar halkın malı, kapatılmamalı” dersin ama o Tekel işçisi de “Madem halktık, niye yanımızda yoktunuz?” der. Bunları gitmeyenler için söylüyorum ama Devlet Tiyatrosu ve Şehir Tiyatrosu’nda arkadaşlarımızın çoğu buna dahildir. Maalesef onlar bu muhalefetin içinde çok az bulundular. Onların başına gelmeyecek sandılar.
Eğer Türkiye gibi uçakla trenin kaza yaptığı bir yerde yaşıyorsanız her şey mümkün.
Evet. Bu ülke Hızlandırılmış Tren diye bir şey gördü.
Biraz da hayat kaynağınız tiyatrodan konuşalım. Hem Hayyam Ab-ı Hayat hem de Sivas 93 ile sahnedesiniz. Özellikle tartışılmaya başlanan son dönemlerde Hayyam olmak eğlenceli mi?
Bizim oyunu izlemek eğlenceli. Açıkçası biraz muzip ama kahrolası bir hayatı olan Hayyam olmak eğlenceli mi bilemedim. Espri anlayışı çok gelişmiş bir adam ama diğer yandan döneminde yaşadıklarına bakılınca, ömrünün yarısında bilim yapması, kitapları yasaklanmış, ülkesinde oradan oraya göç ettirilmiş bir adamın hayatını anlatıyor olmak biraz iç burkuyor.
Nasıl başladı bu proje?
Oyun Sandalı’nın kurucusu Harun Güzeloğlu ile tanışıyorduk. Nazım Hikmet Kültür Evi’nde o tiyatro çalışmasını yürütürdü, ben de edebiyat çalışması yapardım. Bir dergi çıkarıyorduk ve şiir dinleti topluluğumuz vardı. Şiirleri baya dramatize ederek turne yapar hale gelmiştik. Harun’la birbirimizi çok iyi tanıyoruz. Harun’un yıllar öncesinden şarap içilebilen bir Hayyam yapmak projesi vardı. Benden altı-yedi yıl sonra İstanbul’a geldi. Birlikte bir çalışma yapmanın planlarını yapıyorduk. Oyun Sandalı’nı da hiç oynanmamış oyunların, yeni oyun yazarlarının oyunlarını oynamak için Harun ortaya attı. Onun yazdığı bir metni benden okumamı istemişti. Farklı iki mezhepten birbirine düşman olmuş iki halkın çocuklarının savaştan kaçarken aynı duvarın arkasına saklanması ve düşmesi üzerine müthiş bir oyundu. Dönem içinde tam karşılığını bulacak, topluma doğru şeyler anlatacak ve insanı heveslendiren bir oyun. Harun, oyunun hayata geçmesinin olanaklarına bakınıyordu. O aralarda Fazıl Say’ın Twitter’dan Hayyam olayı patladı. Ben de dedim ki, “bunlar kaşınıyorlar, biz de rubaili bir Hayyam yapalım.” Önce müzikli şiir dinletisi tadında bir şey düşündük. Sonra Hayyam’ın hayatının oraya sığmadığını gördük. Bugün matematik diye bir şey varsa, Hayyam sayesinde. Bilinmeyenleri araştırırken Arapça’da o anlama gelen şey’i koyuyor. İspanyollar Hayyam’ın eserlerini incelerken şey’i xey olarak geçiyorlar. Sonra bu kısaltılıp x’e dönüşüyor. Modern matematik Hayyam üzerinden dünyaya icra edilmiş oluyor. Büyük bir gözlem evi kuruyor. Onun dışında binom açılımının mucidi. Pek çok başka bilimsel eserleri var. Bunların birçoğu dünyanın çeşitli yerlerindeki müzelerde yer alıyor. Yani adamın hayatı şiir dinletisine sığacak kadar küçük değil. Madem Hayyam İslam düşmanıymış, niyeyse, madem onun söylediklerini okumak, yazmak yasakmış, biz de doksan üç tane rubaiyi oyunun içine dramatize ederek oturttuk. Hayatından canlandırmalar var. Bir meyhanede geçiyor, oyunda şarap içilebiliyor. Samimi, kendi hayatlarımızla Hayyam’ın hayatının kesiştiği noktalardan yola çıkarak yazdığımız bir oyun. Tek niyetimiz kendi hayatımızdan bir şeyler anlatmak istememizdi. Bu kadar büyük bir bilim adamı, bin yıl sonra hala biliniyor ama hayatında yokluk var, aşk acısı var, büyük başarıları olduğu kadar Mollalar’ın ona çektirdikleri var. Benzeri şeyleri biz de bu toplumda yaşıyoruz. Ben de bu mollalarla karşı karşıya gelmek zorunda kalıyorum. Ben de bir şey keşfediyorum ve onun sarhoşluğunu yaşıyorum. Harun da ben de aynı fikirde olunca iki arkadaşın meyhaneye giderek doğaçlama Hayyam okuduğu, rubai üstüne rubainin okunduğu bir oyun ortaya çıkar. Hayyam’ın yaşadıkları, kendi hayatlarımızdan bölümlerle birleştirilerek anlatıyoruz. Oyun ilk kez Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde oynandı. Şubat ayından itibaren Piraye Taş Plak Meyhanesi’nde şarap ikramı eşliğinde oynanacak.
Hayyam, çok heyecan verici bir tarihsel karakter. Ve zaman zaman içimiz burkularak, zaman zaman gözümüzden yaş gelene kadar gülerek oynuyoruz.
Hayyam’dan bahsettik. Nasıl bir şey Genco Erkal’la çalışabilmek? Bir önceki Sivas’93 izleyenler şimdikiyle arasında ne gibi farklılıklar bulabilecek?
Galiba benim kalbim temiz. İnanın bu oyunu oynamayı, ilk kez oyunu izlediğimde karar vermiştim. “Umarım bir gün Genco Erkal’la çalışabilirim” demiştim. Tiyatro hayatımızda onu izleyerek büyüdük. Aslında oyunda olmam biraz acı bir olaya dayanıyor.
Oyunculardan Çağatay, genç yaşta aramızdan ayrıldı. Ben kadroya girmeden 205 bölüm oynanmıştı. Çağatay’ın vefatından sonra oyuna biraz ara verildi. Sivas kıyımı zaman aşımına uğratılınca oyunu tekrar oynama ihtiyacı doğdu. Yeni bir kadro oluşturmaya başlanınca oyuncu arayışına başladılar. Oyundan bir arkadaşım beni Genco Hoca’ya öneriyor. Benden bilgilerimi, görüntülerimi istedi. Okuma provasına çağırdı. Bir süre sonra heyecanla beklediğim o telefon geldi ve oyuna dahil oldum. Gerçekten çok heyecan vericiydi. Oyunu ilk izlediğimde çok ağladığım, öfke duyduğum duygulara kapıldım ama oyunun kolay olduğunu düşündüm. Daha önce birçok farklı tiyatroda oynadım ama belgesel tiyatroda hiç oynamamıştım. Provalar başladı ve ben büyük ders aldım. Arkada görüntüler akarken senkronize hareket etmen gerektiğini, seyirciye anlatı yaparken hem yakılanlardan hem de yakanlardan rol kişisi oluyorsun. Genco Hoca’ya da ben bu kadar zor olacağını beklemiyordum diyerek itirafta bulundum. Hem Muammer Karaca Tiyatrosu’nun kapatılması hem Dostlar Tiyatrosu’nun durumu ekibi çok zorladı ancak ona rağmen herkes büyük bir özveriyle bizi doğru noktaya getirdiler. Kısacası, Genco Erkal’la çalışmak dostların arasında olmak gibi bir şey. Bir arkadaşımın şöyle bir tabiri var: “Su akar yolunu bulur, Cansu aktı dostlarını buldu.”
Oyun Sandalı “yeni yazarlar, daha önce hiç sahnelenmemiş oyunlar” gibi iddialı bir tavırla üretmeye koyuldu. Hemen her sanatta olduğu gibi tiyatroda da yaşanan tıkanmayı ve bir bütün olarak postmodernizmin dünyaya dayattığı “yeniden çevrim- kolaj” dilemmasını göz önüne aldığımızda Oyun Sandalı’nı nasıl bir savaşım bekliyor?
Aslında bu ülkede yazar sıkıntısı yok fakat muhalif, derdi olan işler yazdıklarında bu işlerin ulaştığı kitle ortada. Bu yazarların diziye senaryo yazdıklarında kazandıkları para da, ulaştıkları kitle de ortada. İkisinin arasında uçurum var. Çok az sayıda insan uçurumun ilk tarafında direnmeyi seçiyor. Biz belki başarır, yeni metinleri istediğimiz toplumsal kesimle buluşturabiliriz. Evet, çok iddialı ama bu ülkede iddalı olmadan solcu olan insanların başarıya ulaşması çok zor. Bizim artık büyük projelere soyunmamız lazım, 1-0 olsun bizim olsundan ziyade çok gol atalım ama yenilelim, “yenildiler ama galibiyet onların” hakkıydı desinler. Cumhuriyet tasfiye edildi. 2. cumhuriyetin tüm kurumları oluşturuldu. Cemaat-AKP organizasyonu terör örgütü ortaklığıdır. Uluslararası bir komplonun parçası olarak ülkemizi bir dönüşüme soktular ve büyük oranda başardılar. Artık kaybedecek bir şeyimiz yok. Tutuklanıp, gözaltına alınabiliriz. Her şeyi yapabilirler ama bir canımızdan fazlası kalmadı. Eğer bu iddiayı kaybedersek, maçı büyük bir hezimetle kaybedecek.
Bu ülkede çok büyük yetenekler var. Ben, Serkan Bilgi’nin yazdığı Sabahattin Ali’nin son 1,5 yılını anlatan Ağaç İrfan oyununda da oynuyorum. Mükemmel bir oyun. İnsanlar o oyundan çok etkilenerek çıkıyor. Serkan Bilgi gibi bir yazarımız varsa, bir sürü ödül kazanmış genç yazarlarımız varsa neden olmasın diyoruz. Onları yazmaya özendirecek bir şey yapmamız gerekiyordu, yaptık. Oyunlarını bizle paylaşabilirler, olumlu ya da olumsuz hepsine geri dönüş yaparız. Sahneleme olanağı varsa seve seve sahneleriz.
Richard Sennett “Kamusal İnsanın Çöküşü” adlı kitabında, tiyatronun toplumsalla bağı özelinde geçirdiği dönüşüme de geniş yer ayırıyor ve burjuvazinin yükselişiyle birlikte tiyatronun kamusal bir etkileşim olmaktan çıkıp bireysel bir seyirlik oluşunu kuramsal boyutuyla ortaya koyuyor.Siz buna katılıyor musunuz ve eğer katılıyorsanız sizce bu sürecin tersine çevrilmesi mümkün mü?
Postmodernizm denen şey insanlık için baş belası. İnsanları toplumsal olayların dışına itmek, bireyci bir hayat anlayışı doğrultusunda artık dünyayı değiştirelemez olarak gören bir kavram. Kısacası emperyalizmin başımıza bela ettiği bir kavram. Dünya değiştirebilir olmasa ABD, kalkıp Irak’ı bombalar mıydı? Emperyalizm, dünyanın değiştirebilir olduğunun farkında. O istediği yönde değiştirmek için müdahale ediyor.
Sanat, dünyayı tek başına değiştiremez ama dünyayı değiştirme mücadelesini sanat olmadan da yapabilirsin. Dolayısıyla eğer, dünyanın değiştirebilir olduğunu, daha insanca yaşanan bir yer olduğunu düşüyorsak, post-modernizme karşı mücadele etmeliyiz. 80 sonrasında tüm dünyada yaşanan gerici dalgayla birlikte güncel olanın sanatın konusu olamayacağı gibi çok yanlış bir anlayış gelişti. Sanki güncel olan sanata zarar verir, dolayısıyla sanatçının güncellikten uzak durması gerekir. Bunun ilk bağlantısı “sanatçı, siyasetle uğraşır mı yahu?” oldu. Öyle bir şey ki o sanatçı, en fazla geçmişte yaşanan tarihsel olayları yeniden yorumlayan kişi gibi görüldü. Sanatçı bu değil. Sanatçı Brecht’tir, Nazım’dır, Sabahattin Ali’dir. Benim için bunlar sanatçı.
Sanatı bir pazar malzeme haline getirdi kapitalizm. Ancak bir mal değeri varsa, o sanatın kapitalizm için anlamı var. Artı değer yaratacak ve topluma dünyanın değişemez olduğunu anlatacak bir sanat istiyorlar. Bu, siyasetin, insanları apolitize edecek sanatın kendisi.
Sanatçı; yurttaş değil mi, hükümetin yasalarından etkilenmiyor mu ki, siyasetle uğraşmasın? Sanatçı sırça köşke yaşamıyor. Onları sırça köşkte yaşayan popüler kültür malzemelerine söyleyin, bize değil.
Güncel olan sanatın tam konusudur ama gündelik olmamak lazım. Oyunu bugün oynarsanız ve yarın oynanamaz hale geliyorsa, orada zaten sanat yoktur. O işin özünü yakalarsanız, binlerce yıl kalacak, sömürü düzeni devam ettiği sürece oynanacak bir oyun yazarsanız neden güncel olamayasınız? Neden 300 yıl önce yazılmış kitapları okuyoruz? Neden Aziz Nesin, Dostoyevski okuyoruz? Çünkü bunlar kalıcı olanı yakalamış. Kimi krala, kimi Papa’ya gönderme yapıyor.
Postmodernizmin cehennemin dibine kadar yolu. Ben, güncel olanı sanatıma konu ediyorum, hakkım olduğu üzere siyasetle uğraşıyorum. Umutsuzluğa düştüğüm her zaman Başbakan’ı sırtından atan Kahraman At Cihan aklıma geliyor. Bir atın başardığını bu halk da başaracaktır.
Son bir soru; başka projeleriniz var mı?
Dizi şu an yok. Sağolsunlar sezonu kaçırttılar bana. Henüz görünürde bir sinema filmi de yok. 1-2 görüşme oldu ama projeler ertelendi. Yeni oyun projelerim var. Hayyam Ab-ı Hayat, Sivas’93 ve Ağaç İrfan devam ediyor. Dördüncü oyun için Oyun Sandalı’nda çalışmalara başladık. Hatta iki farklı proje üzerinde duruyoruz ama hangisini oynayacağımıza henüz karar veremedik. Bir de benim roman çalışmam var: Sanık Monteigne. 2009 yılında Sivas Cumhuriyet Savcısı, üniversite öğrencilerini yasadışı örgüt üyesi olma suçlamasıyla gözaltına aldırmıştı. Polis, delil bulmak için evi basıyor. Grup Yorum albümü, Nihat Behram’ın ‘Dar Ağacında 3 Fidan’ı ve Monteigne’in Denemeleri. Savcı bu üçünü alıp suç dosyasına koyuyor. Monteigne’in denemeleri, dünya üzerinde 2 kere tehlikeli bulundu. Bunlardan biri 1680 yılında Roma Kilisesi’nde oldu, biri de 2009 yılı Türkiyesi’nde oldu. O zaman Monteigne gelir, mahkemeye çıkar ve düşüncelerini savunur. Eğer o romanı bitirebilir ve yayınlayacak bir yayınevi bulursam yayınlayacağım. Yaşayan en önemli tiyatro insanlarından birisi Yılmaz Onay ile bir kitap hazırlıyorum. Onunla yaptığım söyleşiden ve arkadaşlarıyla yaptığım konuşmalardan yola çıkarak bir çalışma yapıyorum. Bir de Sivas’la ilgili santigrat isimli yarı kurgu-yarı belgesel bir dosya üzerinde çalışıyorum. Bir yandan da Sol Gazetesi için röportajlar yapıyorum.
Gökhan Baykal, Osman Bahar