Muhafazakarlık ve Çürümenin Birlikteliği: İtiraf*
Yönetmenliği boyunca hem biçim hem içerik olarak “sarsıcı” işler çıkaran Lars von Trier‘in, iktidarın yasakçı tutumu sonucu ülkemizde gösterime giremeyen ancak İstanbul Film Festivali ve beraberinde bir kaç üniversite topluluğunun sansürü sıfırlama adı altında izleyiciyle buluşturduğu son filmi “Nymphomaniac/İtiraf”, çıkarttığı gürültünün altında kalmaya aday.
İlk filmiyle birlikte örtülü Nazi sempatisi, kadın düşmanlığı ve yoğun bir Hristiyan öğretisi eşliğinde insanlığın özü itibarıyla kötü olduğunu ortaya koyan yönetmen, önceki filmi Melankoli‘de bunlara ek olarak bilim ve Aydınlanma karşıtlığını epikleştirdikten sonra İtiraf’la beraber kendi açısından klasik sulara dönüyor.
Aseksüel bir entelektüel Seligman’ın sokakta hırpalanmış olarak bulduğu seks bağımlısı Joe’yu evine davet edişiyle başlayan ve Joe’nun hayat hikayesine dair geri dönüşlerle ilerleyen film, epizodik anlatısına karşın klasik bir senaryo seyriyle dört saati aşarak iki bölüm halinde izleyiciyle buluşuyor. Tamamlanmamışlık hissine rağmen birinci bölümün ikinci bölüme nazaran daha başarılı oluşu, filmin klasik anlatıya çalan sonunun zayıflığını kanıtlıyor. Cannes’da “istenmeyen adam” ilan edildikten sonra çektiği ilk filmde Trier’in, Batı demokrasisi ve tüketim toplumuna indirgemeye çalıştığı moderniteyi Hristiyan öğretisiyle eleştirirken tercih ettiği diyaloglar, eski ve yeni gözde oyuncularıyla kurulu kalabalık kadrosuna karşın filmi didaktik bir seyre dönüştürüyor.
Filmde şimdiki zamana tekabül eden Joe’nun itirafları, Hristiyanlığın günah çıkarma ritüeli halindeyken, Seligman’ın bilgeliği ve Joe’nın fantazileriyle somutlaşan geriye dönüşler ise filme tersyüz edilmiş bir Meryem Ana-İsa temsili kazandırıyor. Joe’nun kendini kötü bir insan olarak yorumlaması ve günahlarıyla bunu kanıtlama çabası karşısında kendini dindar olarak görmese de din konusunda donanımlı ve bakire oluşuyla günahsız olarak sunulan Seligman’ın, Joe’da ve tüm insanlıktaki iyiliği görme gayreti İtiraf‘taki temel çatışma olarak işleniyor.
Trier’in bilinen zihniyetine karşın on yıllardır kendisine meşruiyet kazandıran biçimsel radikallik/deneysellik noktasında bu kez sınıfta kaldığını belirtmek gerek. Yönetmenin Fransız Yeni Dalga radikalizmini çağrıştıran Dogma 95 dönemi, konvansiyonel sinemanın bir çok dinamiğini sıfırlayarak ciddi bir yabancılaşma deneyi olan Dogville ve felaket filmlerine sınıf atlatan görsel şöleni Melankoli‘yle kıyaslandığında hiç bir yenilik sunamayan İtiraf, bütün sarsıcı hamlelerini cinsel istismar sahnelerine bırakıyor. Hazzı yok edecek dozda hazcılığın hüküm sürdüğü günümüz toplumunu, “insan doğası vardır ve onun özü kötüdür” önermesiyle eleştiren ve bu eleştiriyi bizzat eleştirdiği yapının imajlarıyla destekleyerek muhafazakarlığın ahlaki çürüme basamaklarından yükseldiğini kanıtlayan yönetmen, yakın planlara sıkça başvurup pornovari hale getirdiği cinselliği erotizmin estetiğinden koparıyor.
Oysa ki sinema tarihinin farklı dönemlerinde cinsellik, toplumsal hatta sınıfsal eleştirinin katalizörü görevini yürüterek Bunuel‘in 1967 yapımı Gündüz Güzeli‘nde burjuva ahlakını, Cronenberg‘in 1996 yapımı Çarpışma‘sında simülasyon evreninin hipergerçek hazcılığını taşlamış, Verhoeven‘ın 1992 tarihli Temel İçgüdü‘sündeyse alışılageldik kullanımlarının ötesinde gerilimi beslemişti. İtiraf’ın eleştirel olarak tek özgünlüğü ise hikayenin bir erkek hikayesi olsa olumlanabileceği gerçeğini hatırlatması ve pedofiliye getirdiği ilginç empati. Kaba cinselliği neticesinde kaba bir iktidar tarafından yasaklanan İtiraf‘ı savunurken yaratıcısının filmin ruhuna hükmeden zihniyetini göz ardı etmemek gerek.