Hak İhlalleri Ekseninde Yakın Dönem ABD Sinemasında Siyah Azınlığın Sunumu 1: The Hurricane*
Giriş
Dünyada halen, idam cezasını uygulayan sayılı ülkenin başında yer alan Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD), insan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda da parlak bir karnesi olmadığı aşikar. Araştırmalara göre ABD, “2.2 milyon tutuklu ve 4575 cezaeviyle dünyada en çok tutuklu ve cezaevinin bulunduğu ülke“1 olarak gözüküyor. Gerek yargılama süreçleri gerekse cezaevi koşulları açısından ABD tarihinde görülen ihlallerin en çok konu edinildiği mecraların başında sinema geliyor. Ulusal bir mesele halini almış veya kamu vicdanın yaralamış, ya da hasır altı edilmiş davalar, ister Hollywood yapımı olsun ister bağımsız, Amerikan sinemasının her dönem ele aldığı konulardan olagelmiştir. Liberal eğilimli yönetmenlerce çekilen bu filmlerin bir çoğunda ise başta siyahlar olmak üzere azınlıkların başlarına gelenler beyazperdeye aktarılmıştır. Bu çalışma kapsamında öncelikle kısaca ABD tarihinde siyah hakları mücadelesine ve Amerikan sinemasında siyah temsillerinin dönemsel değişimlerine değinildikten sonra, yakın dönem Amerikan sinemasında, bu konuyla ilgili olarak dikkat çeken, biri ana akım kurmaca film Hurricane/On Altıncı Round (1999), diğeriyse bağımsız bir belgesel Central Park Five / Central Park Beşlisi (2012) olmak üzere iki yapım üzerinden, filmlerin konu edindiği dava süreçlerini de inceleyerek, hak ihlalleri ekseninde siyah azınlığın temsilleri ele alınacaktır.
Irk Ayrımcılığına Karşı Siyaharın İnsan Hakları Mücadelesi
Avrupalı göçmenlerin kurduğu kolonilerin bir araya gelerek, kıta Avrupası’nın emperyalist ülkelerine karşı bağımsızlık ilan etmeleriyle kurulan ABD, iş gücü gereksinimini yüzyıllar boyu Afrika’dan getirilen kölelerle gidermiştir. Üretim ilişkilerindeki ayrışmaya dayalı Kuzey-Güney İç Savaşı sonucunda, sanayi temelli üretiminde köle yerine işçiye ihtiyaç duyan Kuzeyin zaferi sonucuyla birlikte siyah azınlığın, hak ihlallerine karşı mücadele ve savaşım dolu süreci de başlamıştır.
Kölelikten günümüze, ABD’deki siyah azınlığın insan hakları mücadelelerine bakıldığında belli başlı tarihler şu şekilde öne çıkıyor:
“1619 – Kuzey Amerika’da yerleşen İngiliz kolonileri, ilk siyah köleleri Afrika’dan Virginia’ya getirdi.
1793 – Çırçır makinasının icadı, Güney’de köle işgücüne olan istemi artırdı.
1808 – Yurtdışından ülkeye köle getirilmesi yasaklandı.
1861 – Güney’in ABD’den ayrılmasıyla konfederasyon kuruldu ve iç savaş başladı.
1863 – Başkan Abraham Lincoln “Azat Beyannamesi”ni yayımladı. Konfedere devletlerdeki tüm kölelerin özgürlüğünü ilan etti.
1865 – İç savaş sona erdi. Lincoln, uğradığı suikast sonucu yaşamını yitirdi. ABD Anayasası’nın 13. maddesi köleliği yasakladı.
1868 – Anayasanın 14. maddesiyle, tüm Afrika kökenli ABD’lilere vatandaşlık hakkı verildi.
1870 – Siyah erkeklere oy kullanma hakkı verildi.
1896 – ABD Yüksek Mahkemesi, ırk ayrımının anayasayal olduğuna hükmetti.
1947 – Jackie Robinson, ABD Ulusal Beyzbol Ligi’nde oynayan ilk siyah oldu.
1948 – Başkan Harry S. Truman, ABD ordusunda ırk ayrımının kaldırılması talimatını verdi.
1954 – ABD Yüksek Mahkemesi, okullardaki ırk ayrımının anayasal olmadığına hükmetti.
1955 – Rosa Parks adlı kadın, Alabama’da otobüste yerini bir beyaza vermeyi reddetti. Tutuklanması, Martin Luther King öncülüğünde 1 yıl süren ve çok ses getiren bir boykotu beraberinde getirdi. Siyahler, 1 yıl boyunca otobüslere binmediler ve işlerine toplu halde yürüyerek gittiler.
1963 – Martin Luther King, Alabama’da insan hakları gösterileri sırasında tutuklandı ve hapse atıldı, aynı yıl Washington’da, ünlü “Bir Düşüm Var” (I Have a Dream) başlıklı konuşmasıyla siyahlerin özgürlük mücadelesini ateşledi.
1964 – Başkan Lyndon Johnson, İnsan Hakları Yasası’nı imzaladı. Martin Luther King, Nobel Barış Ödülü’nü kazandı.
1965 – İnsan hakları savunucusu Malcolm X öldürüldü. Alabama’da insan hakları gösterileri şiddet kullanılarak bastırıldı. Oy Kullanma Hakkı Yasası, Kongre’den geçti.
1966 – Massachusetts eyaletinden Edward Brooke, iç savaşı izleyen yeniden yapılanma döneminden sonra seçilen ilk siyah senatör oldu.
1967 – Thurgood Marshall, ilk siyah yüksek mahkeme yargıcı olarak başkan Johnson tarafından atandı.
1968 – Martin Luther King, Tennessee eyaletinin Memphis kentinde suikaste kurban gitti.
1990 – Douglas Wilder, Virginia Valisi seçilerek ülkenin ilk siyah valisi oldu.
Haziran 2008 – Illinois Senatörü Barack Obama, Demokrat Parti’nin başkan adayı seçildi.
4 Kasım 2008 – Barack Obama, rakibi Cumhuriyetçi Parti’nin adayı John McCain’i başkanlık yarışında geride bırakarak ABD’nin müstakbel başkanı seçildi.”2
Özellikle İç Savaş’ın ardından 19. yüzyıl sonlarında ve 1960’larda tüm dünyayı sarsan sistem karşıtı hareketler paralelinde ivme kazanan siyah hareketler, ABD yeni muhafazakarlığın yeni liberal ekonomi-politiğiyle iktidara döndüğü 1980’li yıllarla beraber depolitize olmuş, sosyalist ve silahlı örgüt Kara Panterler‘den daha ılımlı muhaliflere kadar bir bütün olarak siyah hareketlerinin düşüşe geçtiği görülmüştür.
Bunda, siyahların devlet kademesinde en son devlet başkanlığı olmak üzere tüm görevlerde kendilerine yer bulmalarının da etkisi olsa bile, halen ülkedeki gelir dağılımından başlayarak işsizlik ve suç başlıklarında siyahların kümelenmiş oluşu, köklü bir çözümün şekillenmediğini vurgulamaktadır.
“ABD nüfusunun sadece yüzde 13’ü siyahken, tutuklananların yüzde 37’si siyah. Adalet İstatistikleri Dairesi’nin verilerine göre 2001’de doğan bir siyahın tutuklanma olasılığı yüzde 30. Aynı olasılık bir Latino için yüzde 17 ve bir beyaz için sadece yüzde 6. Bu veriler, hem ABD Ceza Adalet Sistemi’nin ve polisinin ırkçı temellerini gözler önüne seriyor hem de ırkçılığın sömürü düzeninin devamı için sermayenin elindeki vazgeçilmez araçlardan biri olduğunu ortaya koyuyor.”3
ABD’nin ilk siyah başkanı Barack Obama’nın ikinci kez başkan seçildiği 2012 seçimleri kampanyalarında, “renk” üzerinden şekillenen söylemlerin öne çıkması, ülkede ırkçılığın sınıflarüstü bir vaziyette olduğunu göstermektedir.
Amerikan Sinemasında Siyahların Temsili
Batı edebiyatında ortaya çıkıp, sonrasında tiyatro sahnelerinden gündelik hayata ve oradan da ABD yasalarına geçen Jim Crow4 ismiyle birlikte sanat alanında siyahların temsilleri de ırkçı yaklaşımdan nasibini almıştır. Tarih yazımında popüler kültüre ve özellikle sinemaya büyük önem veren ABD filmlerinde siyah azınlık, yukarıda da anılan toplumsal dinamiklerle eş güdümlü olarak temsil edilmiştir. Örneğin, Hollywood’un kurumsallaşma dönemi olan 1910’lu ve 1920’li yıllardaki filmlerde, ırkçı bir yaklaşım olarak çoğu yapıtta siyahlar, yüzleri boyanmış beyazlar tarafından canlandırılmışlardır.5 Sinema tarihi açısından siyahların temsilini ilişkin ilk büyük örnek ise, aynı zamanda günümüz sinema kodlarının çıkış noktası niteliğindeki, yönetmenliğini Griffith‘in üstlendiği 1915 yapımı Bir Ulusun Doğuşu‘dur.
Amerikan İç Savaşı’nı anlatan bir romandan uyarlanan Bir Ulusun Doğuşu, üç bölüm halinde Amerikan ulusunun doğuşunu anlatmaktadır;
“…sinemasal özellikleri kadar politik duruşu ve özellikle siyahlara yönelik tutumu nedeniyle büyük yankılar uyandırdı… Birinci bölümde İç Savaş öncesi ve savaş dönemi; ikinci bölümde Güneyli siyahların Kuzeyli banker ve vurguncular tarafından kışkırtılması; üçüncü bölümdeyse Ku Klux Klan’ın siyahlara karşı başlattığı saldırılar anlatılır. Film roman kadar ırkçılık yapmasa da, siyahların filmin gösterildiği salonlara saldırmasını haklı çıkaracak kadar yanlıdır. Özellikle ara yazılar slogan olacak nitelikte ve kışkırtıcıdır… Üstelik Griffith’e göre siyahlar çocuk gibiydi; onlara şefkat gösterilmeli, ama kendi başlarına bırakılmamalıydılar. Çünkü tahriklere kapılabilir, yanlış yönlere sapabilirlerdi. Nitekim filmdeki siyah karakterlerin çoğu ‘iyi’dir.”6
Nilgün Abisel’in filmin roman kadar ırkçı olmadığı ve siyah karakterlerin “iyi” oldukları tanımlamalarına karşın Ertan Yılmaz, ırkçı yaklaşımın sinema tarihindeki ilk örneği olarak gördüğü Bir Ulusun Doğuşu için şunları söylemektedir:
“… ‘iyi’ olma bile Griffith tarafından ‘beyaz’ Amerikalı ideolojisine uygun olarak kodlanmıştır. Beyaz efendilerine sadakatlerini sürdüren siyahlar, siyahların terörüne katılmayı reddetmekte ve bu nedenle yine siyahlar tarafından acımasızca cezalandırılmaktadır. Filmde siyah insanların, beyazlar karşısında özgürleşimi açıkça çarpıtılarak, bu özgürleşim, beyazların köleleşmesine yol açıyor gibi sunulmuştur… Bir Ulusun Doğuşu açık bir biçimde köleci üretim tarzının devamından yana tavır almasa da, bu düzenin egemen zihniyetini ve ideolojisini haklı kılmaktadır. Örneğin filmdeki siyahların büyük bir bölümü kitleler hakinde terör estiren siyahlar olarak tanımlanmıştır.”7
“Tarihsel Bellek, Film ve Vietnam Dönemi” adlı makalesinde Michael Klein, ABD başkanı tarafından da beğenilmiş film için “siyahları ve radikalleri yasa ve düzene, cinsel ahlaka ve toplumsal dokuya tehdit öğeleri olarak stereotipleştirir; bu film tutucu bir savaş yanlısı ulusal konsensüs temeline dayalı ulusun yeniden tesisini kutsar…”8 diyerek filmin egemen politik düşünceyi yansıtma konusundaki başarısının altını çizmektedir. Nilgün Abisel ise “Griffith’in amacı, seyircinin perdedeki eylemlerin içine çekilmesi, karakterlerle özdeşleşerek üzülüp sevinmesi, ağlayıp gülmesiydi. Böylece, onun doğru bulduğu değerleri seyirci de paylaşacaktı.”9 sözleriyle yönetmenin sinema anlayışını açıklıyor. Buradan yola çıkarak Aristocu katharsis anlayışının, sinema tarihinin ilk büyük yönetmeni tarafından, egemen politik düşüncenin sunumu açısından nasıl kullanıldığını daha net görebiliyoruz. Her ne kadar sinemanın Bir Ulusun Doğuşu’yla birlikte bir sanat olarak görüldüğü kabul edilse de James Monaco’ya göre bu durumun, filmin militanca anti-Siyah politik tutumuna ağır basmasına izin verilmemesi gerekiyor.10
1960’lı yıllara gelindiğinde, başta öğrenci eylemleri olmak üzere toplumsalı oluşturan azınlıklar olan feministlerin, eşcinsellerin ve hepsinin üzerinde siyahlarınbeylemselleşmesi, beraberinde kimi yasakların kalkmasını, siyahların eşit hak talepleri konusunda kazanım elde etmesini sağlamıştır. Sinema salonlarında ayrımın kalkması, siyahların daha çok sinemaya gitmesini doğurmuş ve bu yeni pazara göre şekillenen siyah istismar filmleri furyası başlamıştır. Ajit pop üslubu ile siyahların adeta gururunu okşayan bu tip filmlerde, siyah karakterler, gerçekte siyahların henüz erişemediği toplumsal konumlarda resmedilerek bir nevi katarsis amaçlanır. 1990’lı yıllarda post modern sinemacı Quentin Tarantino‘nun türü yeniden canlandırma çabaları dışında günümüzde siyah istismar filmlerinin bittiğini görülmektedir. Öte yandan, Bir Ulusun Doğuşu çizgisindeki filmler zaman zaman gösterime girse de, siyah hakları konusuna günümüzde Amerikan sinemasının liberal kanadı eğilmektedir.
On Altıncı Round ve Lafayette Barı Davası
Yönetmenliğini Norman Jewison‘un, başrolünü ise Danzel Washington‘un üstlendiği, bir çok uluslararası festivalden ödülle dönen On Altıncı Round, ringdeki başarısı nedeniyle “Kasırga” lakabıyla anılan ancak sonrasında cinayet suçlamasıyla müebbet hapis cezasına çarptırılan orta siklet boksör Rubin Carter‘ı, gerçekten yaşanılmış olaylar üzerinden beyazperdeye aktarmaktadır. Yer yer Carter’ın anlatıcı bir figür olarak belirdiği film, geriye dönüşlerle Carter’ın hapis öncesi yaşadıklarını anlatmakla birlikte daha çok hapishanede geçmektedir. 1968 siyah hareketlerinin de etkisiyle davaya olan ilginin artması sonucunda haksız yere suçlanarak hapse atılan Carter’ın özgürlük mücadelesi de hız kazanmaktadır. Karşılık alınamayan bu denemeler sonrasında umutsuzluğu kapılıp eylemsizleşen Carter’ın yazdığı biyografik kitap On Altıncı Round’u okuyan ve üvey ailesiyle birlikte davaya müdahil olmaya karar veren siyahi gençle birlikte film, Carter’ın özgürlüğe uzanan savaşımını konu edinmektedir.
Carter’ın toplamda 18 yıl hapiste yatmasına sebep olan Lafayette Barı cinayeti, 1966 yılında silahlı iki siyahın bir bara girip üç kişi öldürmesiyle gerçekleşmiştir. Daha sonra hastanede hayatını kaybedecek olan kurban da dahil olmak üzere hiç bir tanık Rubin Carter’ı suçlu olarak teşhis etmezken polis, “şüpheli” sıfatıyla boksörü gözaltına almıştır. Olay yerinden hiçbir parmak izinin alınmadığı bu davada Carter’ı cinayetle bağlantılı gösteren tek ifade, bir tanığın olay mahallinden ayrıldığını gördüğünü iddia ettiği arabanın Carter’ın arabasıyla uyuşmasıdır.11 Delil yetersizliğinden ötürü serbest bırakıldıktan sonra, aynı gece bar yakınlarında hırsızlık yapmaktan gözaltına alınan Alfred Bello‘nun tanık sıfatıyla Carter’ın cinayeti gerçekleştirdiğini söylemesi üzerine “Kasırga”, yerel mahkeme tarafından üç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılarak cezaevine konmuştur.
1974 yılında Bello’nun ifadesini değiştirerek, katilin Carter olmadığını söylemesi üzerine davayı tekrar yerel mahkemeye götürme motivasyonu sağlayan savunma, sanatçı Bod Dylan ve dünya ağır siklet boks şampiyonu Muhammed Ali‘nin başını çektikleri ulusal bir destek kampanyasıyla beraber girdikleri bu yeni davayı, mahkemenin Bello’nun güvenilir olmadığını belirtmesiyle birlikte bir kez daha kaybetmişlerdir.12 1985 yılında ise, Carter’ın avukatları, habeas corpus13 yoluyla federal mahkemeye gitme kararı almışlardır. Bu tercihin en büyük riski ise, davanın olumsuz sonuçlanması durumunda temyiz hakkının ortadan kalkmasıdır. Bu hamleyi federal mahkeme yargıcı onaylayıp, yerel mahkemenin vermiş olduğu kararın mantık ve akıl yerine ırkçılık esasıyla alındığını söyleyerek Rubin Carter’ı kefaletsiz olarak serbest bırakmıştır. Davacılar ise Carter’ı tekrar yargılama ve cezaevine yollama amacıyla başvurdukları Yüksek Mahkeme tarafından reddedilmişlerdir.14
Film, yukarıdaki olayların önemli bir kısmını aktarmakla birlikte, Carter’ın dava sürecini ve özgürlüğüne kavuşmasını, kitabını okuyan ve Kanada’da üvey ebebeynlerle yaşayan siyah gencin çabalarına bağlayan bir seyir izlemektedir. Amerikan sinemasında sıkça karşılaşılan, her bir bireyin dünyayı değiştirebileceği hayali, bu filmde siyah gencin üzerinden verilmiştir. Aynı zamanda film, Danzel Washington’ın ödüllü oyunculuğuyla canlandırdığı Rubin Carter’a adeta azizlik yükleyerek davanın toplumsal ilişkisini bireyin mücadelesine indirgemektedir. Carter’ın özgürlüğüne kavuştuğu sahnede gökyüzünün sunumu bunun altını çizmektedir. Ek olarak, filmde Carter’ın beyaz bir boksöre karşı şampiyonluk maçına çıkması ve maçın tartışmasız kazananı olmasına rağmen beyaz jüri tarafından şampiyonluğu elinden çalınan boksör imajıyla sunulmasına karşı, maçın kazananı Joey Giardello‘nun filmin yapımcılarına karşı açtığı davayı kazanması dikkate değer. Rubin Carter’ın bile kabul ettiği haklı bir galibiyetin15 filmde ırkçılığa bağlanarak gerçeklikten koparılması, Carter’ın izleyiciler nezninde şekillenmesi amaçlanan “kurban” imajını beslemek için yapılmıştır. Carter’ın masumiyeti konusunda hem fikir olunmuş bir dava üzerine yapılan filmde, kurmaca adına gerçekliğin bu şekilde değiştirilmesi, Carter’ın özgürlüğünü kazandığı anda sonlanan filmin yaratmak istediği katarsis hissini kuvvetlendirmektedir. Filmin en büyük sıkıntısı ise tam da bu arınma vesilesiyle, siyahlara yönelik ırkçılığın ve hak ihlallerinin ABD sisteminin kendisinden çok, yanlış karar vermiş bireylerden kaynaklandığı sonuca varması ve Carter’ın özgürlüğüyle benzer olayların artık yaşanmadığı algısını doğurmasıdır.
1 Tayfun Gölkurt, İşsizlik, Irçılık ve Cezaevleri, Sol, 28 Aralık 2012.
2 ABD tarihinde siyahlar için kilometre taşları, 21 Ocak 2009. http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/472776.asp
3 Gölkurt, y.a.g.e.
4 “Jim Crow” bir İngiliz komedyen olan Thomas Rice‘ın 1828’de yarattığı bir karakterdir. Rice’ın canlandırdığı karakter, geri zekâlı, ilkel, her türlü aşağılanmaya maruz kalan bir zenci tiplemesidir. Rice, karakteri canlandırırken yüzünü kömürle siyaha boyuyordu. Jim Crow, aşağılamak amacıyla beyazlar tarafından siyahlara takılan isimlerden biriydi. Jim Crow Yasaları, demiryolları ve tramvaylarda ırk ayrımını benimseyen ilk yasa 1875′de Tennessee’de kabul edildikten hemen sonra, tüm Güney eyaletlerinde birden demiryollarında ırk ayrımı uygulamasına gidildi. Her yere Sadece Beyazlar İçin ve Siyahlar tabelaları asılmıştır. Aslında bunların hepsi mevcut durumun resmiyet kazanması anlamına geliyordu. Uygulamada ise bu, otelleri, tiyatroları, kütüphaneleri ve hatta asansör ve kiliseleri de kapsıyordu. Ayrımın en ağır biçimde hissedildiği alan ise okullardı. Jim Crow Yasaları Martin Luther King’in öldürüldüğü 1968’e kadar yürürlükte kalmıştır.
5 Zahit Atam, Hollywood’un Gayri-Resmi Tarihi, Yeni Sinema (Mayıs-Haziran 2002), sayı:12, s. 45.
6 Nilgün Abisel, Sessiz Sinema, Om Yayınevi, İstanbul, 2003, s.104-105.
7 Ertan Yılmaz, Amerikan Sinemasında Savaş ve Vietnam Filmleri, Antrakt Sinema Kitapları, İstanbul 1997, s. 42-43.
8 Michael Klein’den aktaran, Yılmaz, y.a.g.e s. 42.
9 Abisel, a.g.e. s. 109.
10 James Monaco’dan aktaran, Yılmaz, a.g.e. s. 42.
11 Paul B. Wice, Rubin “Hurricane” Carter and the American Justice System, Rutgers University Press. 2000.
12 The Seventeenth Round, Time, 29 Mart 1976.
13 Habeas corpus, gelenek hukukunda, bir mahkeme ya da yargıçça çıkarılan ve gönderildiği kişi ya da kurumdan gözaltında tuttuğu kişiyi belirli bir amaçla mahkeme önünde hazır bulundurmasını isteyen yazılı ve yargısal emir. Geçmişte olduğu gibi bugün de çok değişik alanlarda başvurulan yargısal emrin en önemli türü, birey özgürlüğünü çiğneyici işlemleri gidermek için bir tutuklamanın yasallığını yargıç kararına bağlayan habeas corpus ‘tur.
14 Selwyn Raab, Supreme Court Refuses to Revive Hurricane Carter’s Murder Case, The New York Times, 12 Ocak 1988
15 Boxer Sues Hurricane’s Makers, BBC News, 19 Şubat 2000.