Kentsel Dönüşüm Sanatı Öldürür*
“Şehrin keşmekeşi…”
Ne sık kullanırız bu tamlamayı. Ondan kaçmak isteriz hep. Biraz uzaklaşsak, “kafa dinlemeye” fırsat buluruz, “bir atsak kendimizi…” diye düşünürüz.
Haksız da sayılmayız hani. Kent deyince akla trafik sıkışıklığı, yaşamayı çok zorlaştıran bir kalabalık vb geliyorsa tabi kaçmak isteriz biraz. Hele bir de şehrin içindeki “kurtarılmış bölgeler” yani tarihi dokusu korunan yerler, yeşil alanlar, sokakta oturup çay içeceğimiz mekanlar bile tehdit altındaysa, sevgilimizle el ele gezemiyor, saçımızı rüzgarda savurup doyasıya kahkaha atamıyorsak iyice çekilmez olabilir “kent”, evet.
Bu denli bıktırılmış, yaka silkmiş olunca kapitalizmin “yeni bir kent ve yaşam” önerisi, ufukta görünen kocaman bir elma şekeri gibi büyüleyici olabiliyor. Öyle anlatıyorlar zaten reklamlarında “İstanbul’un ortasında, köprüye 15 dakika mesafede…”, “34. Kata bahçe yaptık, havuzlarda balıklar yüzüyor…” Bu “fırsattan” yararlanmak için yüklüce bir maaşa sahipseniz bile bu şeker bir hayli sağlıksız, yapay, şişirilmiş koskoca bir balon aslında.
1929 yılında Sovyet yönetmen / kuramcı Diziga Vertov, Kameralı Adam adlı belgeselinde bir sovyet kentinin gün doğumundan gün batımına kadar olan zamanını filme alır. Çekimler aslında bir kaç ilde birden sürdürülür ama filmde mekan tek bir kentmiş gibi göründüğü için hangi kent olduğunu pek düşünmeyiz. Zaten Kameralı Adam’da başrol kentindir. Bir de kameranın…
Vertov’un anlattığı kent ile yukarıda söz edilen hiç de benzemez birbirine. Yine vardır yüksek binalar, arabalar, kalabalıklar, dönüp duran çarklar ama o kent bir başka görünür gözümüze. Bu kent her şeyiyle capcanlı, yaşam doludur.
Bu farkı yaratan sihir kentin kendisindedir ve bir de kamerada.
Üretim Kaynaklarından Kopan Sanat
Sanat, ilk doğum sancılarının duyulduğu zamanlardan beridir hep bir ilişkilenme, iletişim yöntemi olageldi. Sanatçı yerleşim meydanına gelir, bir derdi vardır, anlatır, tüm halk bu anlatıya katılır, sevinir, üzülür v.s. Çünkü herkesi ilgilendiren bir şeylerdir anlatılan ve herkes bu eylemin bir parçasıdır.
Çağlar geçti, iktidarlar sınıflar arasında el değiştirdi ve günümüzde hemen her şey eskiden farklı ama sanatın bu niteliği hala duruyor. O hala bir iletişim yöntemi.
Sanat tam da böyle olduğu için, sanatçı da konusunu her zaman ortak mekanlarımızdan, birlikte yaşam kültürümüzden üretir.
Böyle olmadan da yapılamaz mı?
Mümkün ama boya içip duvara kusan ve bunu “içinin dışa patlaması” olarak gayet yaratıcı biçimde açıklayan sanatçının ortak mekanımızla, yaşam kültürümüzle yani bizle ne ilgisi olabilir ki? Bu nedenle, evet, böyle de “sanat” yapılır belki ama o zaman “neden sergilenir”, “alımlayıcıyı neden ilgilendirir” gibi sorular cevapsız kalacağı ve sanatın bence temel niteliği zarar göreceği için ona sanat demek biraz zor olur. Geçelim…
Sonuç olarak kent, hepimiz için bir yaşam ve üretim sahasıdır. Ve sanatın kaynağı da tam olarak o yaşamın gerçekliğinin kendisidir.
Kapitalizm bir yandan “üstümüze üstümze gelen binalar”, kakofonik gürültü ile bizi şehre küstürüyor, öte yandan “yaşam paketi” vaat ederek yapaylığı pazarlıyor.
Bir AVM’de ya da son dönem her yerde yükselen sitelerde rahatlıkla görülebilecek yapaylık ile her şeyin tüketim nesnesi olması yaşamın sıcaklığını, ortaklaşabilmeyi, dokunabilmeyi yani gerçekliği kurutuyor.
Böyle bir sıkıştırılmışlıkla, sanatçının kendini korumaya çalışması, tası tarağı toplayıp bu hoyratlığın henüz uğramadığı mekanlarda yoğunlaşması anlaşılır bir şey. Ancak saldırı sanatçının benliğine değil ki, yaşamın kendisine. Kendini korumak için çabalayan sanatçı, yaşamın kurumasına engel olamadığı ölçüde üretim kaynaklarından kopar. Kendi bireyselliğine gömülür ve orada sanat ölür…
Bir de yerleşim bölgesi “seçkinleştiği” ölçüde kentsel dönüşümün konusu haline geliyorsa, aslında kapitalizmden kaçış yok demektir.
Kent Yaşamını Bir Şenlik Olarak Resmetmek
Ancak, mücadele edilebilir.
Ve mücadele etmek, başka bir kent kurmaya inanmak, bunun ancak başka bir ülke ile mümkün olabileceğini bilmek dışında bir yol da kalmamış gibi görünüyor. AKP’de cisimleşen hoyratlık, milyonlarca insanın bir aylık maaşı ile koskoca ormanın ortasında bir mimari felaket yükseltebiliyorken kendimizi nasıl koruyabiliriz ki?
İşte Vertov’un filminin sihri burada başlıyor.
Vertov “Gerçek kendi haliyle, çıplak haliyle yeterince kışkırtıcıdır. Gerçeği arzulamak ve yakalamak gerek” diyerek kamerasını alıp sokağa iner. Günümüz kapitalizminin kentlerinde üretim süreçleri birer tekdüzelik, sıkıcılık, bunalmışlık olarak resmedilirken Kameralı Adam’da hayat dişlilerin, dokuma tezgahlarının, çekiç seslerinin şenliği olur. Uyanışların, gezintilerin, birlikte çalışmanın, iş sonrası spor yapmanın, tiyatroya gitmenin çarpıcı ahengini anlatır Vertov.
Meta ilişkisinin gerçeği buharlaştırmasına karşı gerçeği savunmak, hayata oradan bakmak Vertov’un kamerasının sihri. Ancak bu sihir, yeni bir kent ve yaşam kurulan bir ülke de gerektiriyor ki, bu da bizim boynumuzun borcu.