Sinemada Geç Modernizmin Zirvesi: Andrey Tarkovski*
Kendinden önceki sanat disiplinlerinin yüzyıllar hatta binyıllara uzanan geçmişi ile kıyaslandığında halen genç sayılabilecek olan sinemanın, erken ve geç dönem olarak ayrımlanışı zorlama gibi gözükse de yüz yıldan biraz fazla süredir tanıklık ettiği dönüşümler, gelişmeler ve gerilemelerin yoğunluğu bize bu imkânı sağlıyor. Klasik anlatının, ilerici örnekleri azınlığa düşürerek git gide daha da muhafazakârlaşması ve post modern sinemanın manasızlık tekrarı göz önüne alındığında sinemada modernist tutumun halen en sanatsal ve estetik dokuya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Söz konusu biçimin erken ve geç dönem örnekleri arasında ise ciddi bir üslup farkı olduğu ortada. Tarihsel ilerlemenin olumlandığı ve bunun filmlere hem içeriksel hem biçimsel olarak aktarılarak sinemanın tiyatro, edebiyat gibi öncül sanatlardan tamamen arınmış olarak icra edildiği erken dönem, başta Vertov olmak üzere Sovyet yönetmenlerin imzasını taşımaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaysa, yani savaşa dair tüm günahların inatla moderniteye yüklenilmeye çalışılması neticesinde tarihsel ilerlemenin daha fazla sorgulanır oluşu, dünya ölçeğinde entelektüel düşünüşte, gerileme denmese bile bir duraklamayı beraberinde getirmiştir. Varoluşçuluk ve hiçliğin öne çıktığı yeni dönemde benliğe dönüş, iç sese odaklanma, aidiyet sorunsalı gibi başlıklar belirleyici olmuştur. Dönemin sineması, özellikle modern anlatı, bu yönelime kayıtsız kalmayarak içeriksel olarak söz konusu buhranı işlemeye başlayan örneklerle doludur. Aynı dönemde klasik anlatının, Sovyet montajını kendi muhafazakâr içeriklerinin manipülasyonu için çalması ile “sürat” kazanması, geç modernist sinemanın biçimsel olarak durağanlık tercihinin gerekçeleri arasında sayılabilir.
Erken dönemin reddettiği öncül sanatları benimseyen ve bunu yabancılaşma aracı olarak kullanarak katarsise imkân tanımayan yeni kuşak, edebiyat ve tiyatro etkisini mizansenlere ekleyip montaj özne olmaktan çıkararak, günümüzde etkisi azalmasına karşın varlığını sürdüren biçimi inşa etmiştir. İtalyan Yeni Gerçekçiliği ve Fransız Yeni Dalga akımlarıyla temellenen bu biçim, Antonioni ile evrenselleşmiştir. Geç modernizmin, birçoklarına göre en yetkin yaratıcısı ise, erken dönemde olduğu gibi yine Sovyetler Birliği’nden çıkmıştır. Ölümünün 29. Yılında andığımız Andrey Tarkovskiy, kısa hayatına sığdırdığı yedi uzun ve üç kısa metraj çalışmayla sinema tarihinin en güçlü yönetmenlerinden biri olagelmiştir.
Ülkesinin köklü sinema eğitimiyle birlikte aldığı sanat eğitimi ve ailesinden gelen edebiyat temelini, Nazi işgaline karşı direnişe çocuk yaşta tanıklık edişiyle harmanlayan Tarkovskiy aynı zamanda sinema tarihinin en sevilen ancak anlaşılamayan yönetmenleri arasında yer alıyor.
Öğrenciyken çektiği mezuniyet filmiyle New York Öğrenci Filmleri Festivali’nde büyük ödüle layık görülen Tarkovskiy, ilk uzun metrajı İvan’ın Çocukluğu ile Venedik’te Altın Aslan’ı kazanarak tüm dünyada tanınmıştır. Sonrasında Rus tarihinin ünlü ikon yaratıcısı Andrey Rublev’i modernist bir epikle beyazperdeye taşıyan yönetmen, her ne kadar kendisi reddetse de Kubrick’in 2001: Uzay Macerası’na Sovyetler’in yanıtı olarak yorumlanan son derece özgün Lem uyarlaması Solaris, kişisel göndermelerin öne çıktığı Ayna, İz Sürücü ve Nostalji yapıtlarıyla uluslararası pek çok ödül almıştır. Özellikle Cannes Film Festivali’nde toplamda dokuz ödül alarak festival tarihinin en dikkat çeken yönetmeni olmuştur.
Uzak Doğu sinemasından, haikulardan ve gündelik bir eylemin var olan sıradanlığından doğan estetik olarak niteleyebileceğimiz Wabi Sabi düşünüşünden de beslenen Tarkovskiy’nin sinema anlayışı, mistik ve kişiseldir. Gerçekçilik ile bağın gevşek olduğu bir şiirsellik dokusuyla, uzun plan çekimlerin, yavaş kamera hareketlerinin, her sahneye nüfuz etmiş fakat doğrudan açıklanmayan sembolizmin ağırlığındaki filmlerde zaman ve zamansızlık motif olarak yer etmiştir. Siyah beyaz sahnelerden renkli sahnelere geçişler, müzik kullanımının ve kurgusal müdahalelerin azlığı, alışılageldik yöntemler düşünüldüğünde adeta “oynamayan” oyuncuların varlığı Tarkovskiy sinemasını zorlayıcı bir alımlamaya dönüştürerek izleyiciyi duygusaldan ziyade düşünsel bir katılıma çağırmaktadır.
Tarkovskiy hakkında, filmlerine sansür uygulandığı, Sovyetler Birliği’nden kaçmak zorunda kaldığı ve büyük baskılara maruz kaldığı yönünde Soğuk Savaş devam edercesine süren hatalı anlatımlar, gerçeği olması gerektiği gibi yansıtmadığı kadar hem aynı dönem hem de günümüzde kapitalist ülkelerin sinemalarında yaşananların görmezden gelinmesini sağlamaktadır. Tarkovskiy ülkesinde bürokrasiyle sorunlar yaşamış olmasına karşın filmlerinin tamamı izleyiciyle buluşmuş, yurt dışı festivallerine sürekli katılım göstermiştir. Son yıllarında ülkesinden ayrılışı da tümüyle yönetmenin tercihidir. Soğuk Savaş döneminde ABD ve İngiltere’deki bürokrasi-sinema gerilimleri ve her daim süregelen yapımcı- dağıtımcı müdahaleleri göz önüne alındığında Tarkovskiy’nin yaşadıklarının dozu sıradan kalmakta, yönetmene ısrarla bu noktadan yaklaşılması ise hile kokmaktadır.
Ülkemizde ise Tarkovskiy’e yaklaşım idealize etme, öykünme, şüphecilik olarak özetlenebilir ancak en dikkat çekici tutum, yönetmenin biçim olarak ortaya koyduğu mistik yönelimler neticesinde İslamcıların Tarkovskiy aşkında görülüyor. İslamcıların, 1960’ların sonunda “Milli Sinema” akımı ile başladıkları yedinci sanat serüvenin, 1980’lerde “beyaz sinema” adıyla yeniden başlayan ve günümüzde de örneklerini gördüğümüz filmlerle ortaya koydukları propaganda etkisi düşünüldüğünde Tarkovskiy’i içeriksel, tarihsel ve biçimsel olarak asla anlamadıkları görülüyor. Bu hattan Tarkovskiy estetiğinin de İran toplumsal gerçekçiliğinin de çıkamayışı, İslami sinemanın çıkmazını somutlaştırıyor.
Sonuç olarak İslamcılarımıza bırakılamayacak kadar değerli ve derinlikli bir yaratıcı olan Tarkovskiy’i, özellikle sol ve melankoli üzerinden tekrar düşünmek ve değerlendirmek gerekiyor. 1990 yılında ölümünden sonra “sinema sanatına olağanüstü katkısı, evrensel insani değerleri ve hümanist düşünceleri olumlayan yenilikçi filmleri” nedeniyle verilen Lenin Ödülü, bizleri bu doğrultuda düşündürmek adına önem taşıyor.