Adam, Köpek ve Zeynep*
“Hayatın ‘zamanla’ ilgili bir şey olduğunu düşünmek, yalnızlığın en ağır geldiği anların yaşanmaya başladığı dönemlere rast gelir kimileri için. Artık ne olacaksa olsun der; hayatın sana hangi yüzünü göstereceğini iyisiyle, kötüsüyle, bir an önce görmek istersin. Ancak zamanı devreye sokmak ‘tıkanmaya’ bir bahane; kendinden kaçıştır. Yani bir nevi korkaklıktır.”
Sokakta Ölen Köpek
Sokak lambasının ışığının altında titreyen sokak köpeği kadar üşümese de, en az onun kadar yalnızdı. Yalnızlığına bir kılıf bulmak istese, oracıkta, karnını betona koyup ön ayaklarının üstüne çenesine dayamış köpeğin çaresizliğini örnek gösterir, sokağı öylece geçip giderdi, ama gidemedi. Tam köşeyi dönecekken, sağa doğru hafif falso almış sol omzunun üzerinden gözüne bir gölge ilişti. Sağ ayağı, ardında bırakacağı sokağı adımlamak yerine gerisin geriye terse döndü. Az önce gördüğü gölgenin sahibini aranan ama kendisine bile çaktırmadığı bakışları, sadece köpeğin üstündeydi. Kafatasının kemiklerini avucunda hissede hissede, bastırarak, tüylerinin suyunu almaya çalışırken gölgeyi bir daha gördü. Başını kurutmak için okşadığı köpeğin gözünü bile kaldırmamasını yadırgadı. Yaptığının bir iyilik ve iyiliğininse karşılıksız kaldığını düşünerek öfkelendi. Daha kendisini kapıda görür görmez havalara zıplayan, hoplayan, oynayan köpeği geldi aklına. “Şimdi onun kafasını okşasaydım ayaklarını havaya diker, yanağını yere dayar, yüzüne bir tebessüm düşürüp sağ arka ayağını durmadan sallardı.” Elini bastıra bastıra köpeğin sırtına vardı. Avucunda biriken suları sokağın çamurlaşmış yollarına silkeledi. Nemli elini siyah paltosuna silip son kez başından kuyruğuna, masa temizleyen bir garson hareketiyle ulaştı. Ayağa kalktı, kafasındaki şapkayı çıkartıp köpeğin burnunun ucuna dayadı. “Şangııırtt.” Ayağının dibine pembe, porselen bir tabak düştü. Köpek yerinden zıpladı, adam kafasını yukarıya kaldırdı, gölgeyi arandı; yoktu.
Tabağın atıldığı eve çıkmak için apartmandan içeri girdi. Sağ işaret parmağıyla birkaç kere otomata bastı ancak ışık yanmadı. Karanlıktan korkardı. Sol eli hemen cebine gitti. Telefonunun fenerini yakacaktı. Şimdi, eli cebine giderken eski sevgilisini aklından geçirdiği gibi telefonun fenerini yakmayı da daha otomata ilk basışında geçirmişti aklından. Zihni bir bulantı yaşıyordu. ‘Telefonun feneri, eski sevgilisi(Zeynep), karanlık, korku’. Düşüncelerini Zeynep’te sabitlemeye karar verdi. Hemen Zeynep’in boynuna sığındı. Burun deliklerine yavaş yavaş dolan deniz kokusunu daha çok çekti içine. Tırabzanda kayan elleri sanki Zeynep’in vücudunda dolaşıyordu. Yeni ağdalanmış, pürüzsüz kollarını hissetti. Elini bir ters bir düz yaparak merdivenlerden yukarı çıkmaya devam etti. Şu an Zeynep’in sırtında ki en büyük benin üzerinden geçtiğini tırabzanın üstünde eline takılan bir çapak hatırlatmıştı kendisine. Bu hatırlatma özgür bir adamın tebessümünü düşürdü yüzüne. Gözlerini kapattı. Tam o esnada ayağı merdivene takıldı ve dizlerinin bağı çözülmüşçesine bir korku anı yaşadı. Ne o Zeynep’e tutunabildi ne de Zeynep onu tuttu. Karanlıkla Zeynepsiz karşı karşıya kalması sanki sonsuz bir korku boşluğuna fırlatmıştı ruhunu ve daha da çok korktu.
Birinci kata gelmişti, otomatı arandı sol eliyle. Düğmeyi buldu. Korkudan elleri titriyor bir yanda da soğuk terler boşanıyordu alnından. Tek kurtuluşu yine Zeynep’te buldu. Kambur duruşunu düzeltip kafasını düğmenin üst tarafına dayadı. Kapattı gözlerini, aldı Zeynep’i karşısına, önce bir yutkundu, ne zamandır görmüyordu Zeynep’i. Kızgındı ona. Zeynep’in hiç de kaldıramayacağı bir ton can yakıcı cümleler kurmuştu kafasında. Ağzından tükürükler saça saça ‘korkaklıkla’ suçlayacaktı ama cümleler birer tuğla olmuş yıkılmışlardı. Zaman aşkı öldürüyordu. Sadece gözlerine bakıyordu, daha doğrusu bakmaya çalışıyordu. Zeynep de tıkanmıştı. Zeynep öylece durakaldığı zamanlarda kafasını kaldıramaz, gözüne gözüne bakamazdı. Belki belli belirsiz bir ses çıkarır, onu da bir tek kendi duyardı. Başını bir suçlu gibi hafif aşağıya eğer, ara ara gözlerini yukarı doğru kaldırır, o da çok sürmez hemen geri indirirdi. Köpekten korkmamış, karanlığı atlatmış ama Zeynep’e yine kıyamamıştı. “Kıyamıyorum ben sana” dedi adam. “Biliyorum” dedi Zeynep. “Özledim” dedi adam. “Biliyorum.” “Beline sarılmak istiyorum.” “Biliyorum.” “Şu saçlarını başımla kenara attırıp boynuna dalmak istiyorum.” “Biliyorum.” “İçime çekmek istiyorum kokunu.” “Biliyorum.” “Yüzünü avuçlarımın içine almak istiyorum.” “Biliyorum.” “Saçlarına dokunmak istiyorum, biliyorum biliyorsun ama sen de istiyorsun.” “Saçlarımla alnımın bitiştiği yerden koklamak istiyorsun beni” dedi adam. “İstiyorum” dedi Zeynep. Zeynep, gözlerini kaldırıp indirdi, adam, sustu.
Hayalini kurarken bile kıyamadığı Zeynep’in kapısına gelmişti. Sağ eliyle zili çaldı ama ötmedi. Sol eliyle kapının tokmağını tuttu, tam vuracakken ayağının dibine düşen pembe tabağı hatırladı. Vuramadı kapının tokmağına. Zeynep pembe tabağı kendisinin gönderdiği yazıları biriktirdiği kutunun üstüne sanki sarma kapatır gibi kapatırdı. Pembe tabağı attığına göre “Zeynep unutmak, kurtulmak istiyor benden” diye geçirdi içinden. Belki de tam tersiydi. Hiç ışığı yakma ihtiyacı duymadan gerisin geriye döndü. Şapkasını almak için eğildi, köpeği bir kez daha okşadı ama artık nefes almıyordu ve şapkayı öylece bıraktı. Kendisini takip eden gölgeyi unutup sokakta kayboldu.
Zeynep pencereye çıkıp sevgilisini köşeyi dönene kadar uğurladı. Aşağıya, köpeğe dikti bakışlarını. Gözleri doldu, kafasını yukarıya kaldırıp bağırdı:
“Öl zaman öl! Köpek gibi öl!”