Ne Tuhaf*
Sivas’ta katledilen Metin Altıok ve Arkadaşlarına…
Kestirme olsun diye köye ulaşan toprak yol yerine ormanın içine girmiştim. Ayaklarımın altında çıtırdayarak ezilen ve yer yer başıma değen sararmış yaprakların arasından bulanık gökyüzünü görebiliyordum. Vadiden gelen serin esintiden korunmak için paltomun yakasını kaldırdım, başımı içeriye doğru çektim ve yoluma koyuldum. Nereden baksanız yürüyerek- ki hızlı adımlarla- yarım saatten önce ulaşmanın imkânı yoktur köy alanına. Aslında puslu havaları sevsem de tepemde toplaşmaya başlayan koyu gri bulutlardan ve rüzgârın savurduğu uğultulardan sağanak bir yağmurun geleceğini anlamamak ahmaklık olurdu herhalde. Koşmayı düşündüm, hatta şöyle 100 metre kadar hafif tempoda koştum da. Tepelerin zirvelerinde çakan şimşekler, ardından patlayan gök gürültüleri, serin rüzgârın uğultusu, bin bir çeşit canlının ıslığı, giderek çöken karanlık ve ortasında ben. Sanki tüm doğa sözleşmişçesine beni bir korkunun ağzına ya da içimdeki bir korkunun peşine düşürmek istiyordu. Saçlarımın dikeldiğini hissetmiştim o an ve hemen elimi diken diken olmuş saçlarımın ucunda kısa bir süreliğine gezdirdim; ardından da geri yatırdım. O gün de böyle olmuştu; hatırladım.
Sabahın çok erken bir saatinde sevinçle doldurur insanın yüreğini. Şu devirde sabah sevinçli olmak hiç de kolay değildir. Sebebi bir kadındı. Tarifin bir anlamı olmayacak, o yüzden sessizce anlatmak istiyorum onu. Saçı kısaydı mesela ama uzun halini düşleyebiliyordum. Mesela bir kere “Şu tek parça elbiseler var ya çiçekli böcekli böyle, sana çok yakışır. Yok, şu an üstündekiler yakışmadığı için söylemiyorum bunu, seni sadece o elbisenin içinde hayal edebiliyorum ve içinde çok güzel görünüyorsun; o kadar…” demiştim. Bakışlarındaki manayı, bir insanın kusursuz masumiyetini yüzündeki tüm çizgilerde görmemek aptallık olurdu o an. Anlatmakla olmuyor işte. Masumiyet anlatılabilecek bir şey değildir. Öyle yağmurların, öyle şimşeklerin öyle yangınların içinde saklıdır ki, bir sarı ayakkabının içine girmiş 38 numaranın ardında bıraktığı boşluk zannedilir. Hâlbuki öyle değildir; anlatmak bir başka marifet, anlatamamaksa mucize. ‘Bir çocuk elini delip geçmiş mermi deliğinden adı konmamış bir çiçeği görmek kolay mıdır tepelerin yamacında?’ ‘Yüreğimin düştü düşeceği’ anlarda ismimi seslendiğini hayal eder, kulaklarımda gülümsemesini duyardım. Onunla tanışalı çok olmamıştı. Hiç sevişmemiştik bile; el ele tutuşup sokaklarda yürüdüğümüzü saymazsak, ha bir de bir bankta dizlerine yatmıştım; hıh, bir de utanmadan sormuştum “Sence şu an durum ters değil mi, aslında senin benim dizlerime yatman gerekmiyor mu?” “Niye, ne var ki bunda” deyip rahatlatışı, cinsi kimliğimi tanımayışı, yıkışı… Şimdi öyle sancı veriyor ki bana, hiçbir banka oturamaz oldum… Saçlarımın diken diken havaya kalktığı, o aklımdan bir türlü silinmeyen gün, çok yüksek bir yerde birlikte yürürken yağmur yağmazdan hemen önce elini tutuvermiştim de saçlarım öylece dikelmişti; artık havadaki elektrikten mi yoksa bedenindeki marifetten mi bilinmez… Hiç sevişmemiştik. Öpmemiştim dudaklarından, ayaklarını büzmemişti hiç, kısa saçlarının arasına daldırmamıştım ellerimi, memelerini öpmemiştim boynundan önce ya da kasıklarına hiç inememiştim. Olsun elinden tutup yürüdüm ya sokaklarda, yattım ya dizinde banklarda, ramazan topu patlarken şerefe tokuşturduk ya kadehlerimizi bir kaldırımda…
Evdeyim, çıtır çıtır yanan ocağın başında, sırılsıklamım, yarım saati çoktan geçmiş. Ne tuhaf, hiçbir korku yutmadı beni ya da esir edemedi ardında. Ne tuhaf, onun yanındayken kendimi hep mavi göğe yakın hissederdim; hava ister kapalı ister açık olsun. Ne tuhaf şimdiden ‘karpuz kabuğu’ düşürdü ya içime… Ne tuhaf…