Geleceği Yok Etmek*
Soğuk bir günde katledildi Klara. Gökyüzü bile ağlamıştı onun için, kurşuni gri renklerine bürünmüştü gece. Piyano ve daktilo sesini kesti o gür ses, “Bu cinayetin faili ortaya çıkıncaya dek, kimse bu şatodan ayrılmayacak!” Sonraysa daktilonun sesi devam etti, Madam Alice ise daha hüzünlü bir şarkı çalmayı tercih etti. Adolf’un gözlerinden öfke akıyordu, üzüntü ve pişmanlık dolu gözyaşları yerine. Daktilonun kâğıda her vuruşunda çıkardığı ses, hançer olup somut bir acı ile saplanıyordu yüreğine. Şömine sönmüştü, soğuk hava içeri sızıyordu kapalı pencere ve kapı aralıklarından. Evdeki umursamaz hava o kadar canlıydı ki toz zerreleri her zamanki uyuşukluğu ile dolanıyordu boşlukta. Adolf’un piposundan süzülen tütün dumanıydı ortamdan çıkmak için tek acele eden.
Klara’nın beyni parçalar halinde kopartılmıştı, büyük bir parçasını da kendi elinde tutuyordu. Saçlarını yolup sinir krizi geçiren biri gibi görünüyordu, sanki kendi kopartmıştı beynini. Esmer de sayılmazdı ancak ruhun artık bedende barınmadığının simgesi olan beyazlık ona farklı bir hava katmıştı, neredeyse elbisesiyle aynı tondaydı. Kırmızı ve beyazın oluşturduğu manasız uyum, binlerce kelebeğin aynı anda kanatlanmasına yol açmıştı uzaklarda bir yerde. Bomboş bakıyordu mavi gözleri, onları bu denli duygusuz görmek o kadar tuhaftı ki Adolf için… Hiçbir zaman canlanamayacağını bildiğimiz bir resme bakmak gibiydi onun cesedine bakmak, uzun uzun seyredilebilir ve üzerine sayfalarca şiir yazılabilirdi. Hiçbir zaman sıkılmayacak ve kalkıp gidemeyecekti çünkü tıpkı anılar gibi. Adolf, Klara’nın ten renginin görülmediği yüzünde açık duran ve biri yerinde olmayan gözlerinin kapaklarını usulca kapattı. Umut dolu bir dua süzüldü hafif aralıklı dudaklarının arasından, çaresizlik ve üzüntü doluydu fısıltılar. Bu hayata tutunamayan ve vahşice öldürülen bir ruhun, öteki dünyada huzur bulmasını diledi. Kan kokusu öylesine yoğundu ki, piponun ve yanan odunların kokusunu ele geçirip yutmuştu adeta. Bu korkunç atmosferde, hayalleri ve geleceği katledilen bir genç kızı kim, neden umursasın ki? Beyaz dantelli elbisesinde bir salgın hastalığın hızla yayıldığı gibi yayılan ve sıcaklığını koruyan kırmızı renkli sıvıya dokundurdu parmaklarını. Şarap da aynı renkteydi lakin nasıl acıtabilirdi böylesine güzel bir renk insanın kalbini bu denli derin bir hüzünle? Tek kişinin bedeni, iki kişinin hayalleri ve dört kişinin de ruhu katledildi soğuk bir 1873 gecesinde.
Üst katta dağınık saçlarının önüne düşmesini önemsemeyen Mark, daktiloda yazdıklarına o kadar kaptırmıştı ki kendini, Adolf’un sinirle içeri daldığının bile farkında olmadı. Belirli belirsiz bir haykırış duyuldu daktilonun hemen sağından gelen, “Uyan, ruhunu daktiloda harcayamazsın!” Lakin artık o kadar geç olmuştu ki vakit, uyanmak için, guguklu saat on ikiye vurdu ve aşina gür ses evin her bir duvarına çarparak yavaşça yok oldu. Mürekkebi bittiği halde yazmaya devam ediyordu Mark, kâğıttakilerin görünebilir olması için mürekkep şart değildi çünkü zaten kendisi görebiliyordu yazdıklarını. Bu duman altı, kahverenginin asilliğinin ele geçirdiği odada gözlerini bir an için ayırmıyordu daktilosundan. Çoktan yenilemişti biten mürekkebini, kendi ruhuyla. Belki de bu ana dek yaptığı en iyi şeydi çünkü ruh, tükenebilir değildi mürekkep ve diğer her şey gibi. Ruhun sonsuzluğundan bulduğu ilhamla, soğuk bir gecede kendini kaptırmıştı yazdıklarına. Nasır tutmuş ellerindeki kanayan parmaklarıyla devam ettiği hikâyesine. Sanat alevi ile tutuşurken, pahalıya da olsa, satmışlardı ruhlarını.
Her detayını beynine kazıdığı o büyük malikânenin her köşesini aramıştı Adolf, elinde tuttuğu mutfak bıçağı ile. Arkadaşlarının delirdiğinden o kadar emindi ki, kimse bir an bile ayrılmazdı onları hayata bağlayanlardan. Madam Alice, piyanoyu gün boyu sıkılmadan aynı sakinlikte çalardı. Mark’ı ise daktilosundan bir dakika ayrı tutmak mümkün değildi zira düşünceleri beynine sığamayacak kadar fazla kutsaldı. Klara’yı öldüren her kimse, buharlaşıp uçmuş olamazdı, evde davet edildiği meçhul misafirler olmalıydı. Tüm bu düşüncelerle sinirle evde gezinirken, annesinin biricik kırmızı güllerinin solduğunu gördü. Koyu yeşil dikenlerinde kan lekeleri vardı, gülün kokusunu bastıran. Hâlbuki bunun için hiçbir neden yoktu, unutmamıştı onlara vermesi gereken suyu, sevgiyi ve ilgiyi.
Evde biri ölü, dört kişi vardı ve kimsenin dışarı çıkmaya niyeti yoktu. Victoria Devri’nin toplumdan soyutlaştırdığı sanat insanları, geç olmasına rağmen fark edememişlerdi ruhlarını bu şatoya bağladıklarını. Kelimeleri ağlatırdı Mark, daktilonun sesleri beyninde yankılanırdı uyurken bile. Piyano sesinin evin duvarlarına sinmesinin faili Madam Alice’di, gözlerini kapattığında kalbiyle tuşları daha iyi görebildiğini söylerdi. İhtişamlı yapıtların defalarca kez resmini çizmişti Adolf, ne de kalpten bağlıydı boya kalemlerine. Böylesine manidar değerlerin somutlaştırılıp hayata geçirildiği şato, umarsız bir cinayete görgü tanıklığı yapmanın hüznünü taşıyordu yüzyıllık yer döşemelerinde. Kan sızıyordu usulca o tahta döşemelerde, hayaller ve geleceği de peşinden sürüklüyordu.
Sokak lambalarıyla beraber ışık veren her nesne varlığını yitirdiğinde Adolf, Klara’nın ölü bedeninin önünde duruyordu. Ardından ilk defa korkunun damarlarında akan kanla bir olduğunu hissetti, bıçağı tutan eli titriyordu. Kuyruklu piyanodan gelen ses kesilmedi ancak Klara’nın katledildiği gece İngiltere karanlığa gömülmüştü.
Adolf karanlıkta olduğu yere çöküp Tanrı’ya yalvarmaya başladı. Benliğinin yok olduğunu hissediyordu harcanan her saniyede. Yanından asla ayırmadığı haç sembolünü ceketinin hiçbir cebinde bulamayınca, bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Kulaklarında yer edinmiş daktilo sesi de kesildiğinde, ölümün kokusunu alabilecek kadar yakındı ona artık. Saat on ikiyi geçmişti ancak Madam Alice çayına süt koymak için piyanonun başından ayrılmamış, en büyüleyici şarkılarından birini seslendiriyordu. Artık Klara Hitler’in cansız bedeninin önünde olduğundan bile emin değildi, ay ışığının aydınlattığı duvarın köşesi, bomboştu. Oysaki yarın Almanya’ya uğurlayacaktı onu, mektuplarla devam ettirilen ayrılıkları olacaktı birkaç ay süresince.
Karanlıkta korkudan titrerken ardından hissettiği nefesle, istemsizce durdurdu dudaklarından dökülen çaresiz duaları. Son sözlerini söylemek için gerekli olan gücü hatıralarından topladı ve yutkunduktan sonra ardından gelen mürekkep kokusu genzini yaktı. Hikâye başlamadan bitmişti, binlerce insanın katledilmesi tek bir insanın ölümü ile önlenmişti. Öyle ya, Klara Hitler, cansız bedeni ile tanışamazdı Alois ile…
“My God, my God, why have you forsaken me?” Psalm 22:1
“Tanrım, beni neden terk ettin?”