Bir Ütopya Olarak “Sanata Evet”*
“Sanataevet” kavramını ilk kez 1981’de Ortadoğu savaşı sırasında kullanmaya başlamıştım. Daha sonra 1993 yılında 5 Nisan tasarruf tedbirleri sırasında kullandım.
O sıralarda Devlet Tiyatroları Genel Müdürü olarak tasarruf tedbirlerini sanat alanında uygulanmasını doğru bulmuyordum. Devlet Tiyatrolarının bütçesi zaten ödenmişti; perde açmak bize ekonomik bir zorluk getirmeyeceği gibi, perde açmamak gişe gelirleri engelleyerek zarar verecekti. Üstelik ülkeler böyle zor zamanlardan geçerken onlara güç verecek moral kaynakları olmalıydı. Konuyu hükümet katlarına açıklayarak bu talebi belirttim. Yazı ile de nedenlerimi açıkladım. Başbakanlık, Devlet Tiyatrolarını %75 oranında tasarruf tedbirlerinden muaf tuttu. Yine o dönem, SANATAEVET kampanyası açarak, vatandaşlarımızı okudukları gazeteleri atmak yerine Devlet Tiyatrolarına bağışlamaların duyurduk. 25 gün içinde tüm ülkede 160 ton gazete toplandı. Bu gazeteler Ankara’da Etimesgut’ta Devlet Tiyatroları tesislerinde bir meydana toplandığında gazete kâğıdından bir dağ oluşmuştu. Üstelik bu dağ yalnızca Ankara’da toplanan kadarı ile oluşmuştu.
Tüm ülkede insanlar gazete kâğıtlarını Devlet Tiyatrolarına bağışlamak için büyük bir heyecan duyuyorlardı. Oyunlarımızı izlemeye gelen hanımlar evlerindeki kâğıtları getiriyor, okullar kendi bünyelerinde kampanya açıp kamyonlar dolusu kâğıdı törenle bağışlıyorlardı.
Bu kampanyadan elde edilen gelirlerle Devlet Tiyatroları pek çok demirbaş eksiğini kapatmıştı.
Daha sonra kampanyanın teması, SANATAEVET üzerine seminerler, konferanslar, paneller düzenlenmeye başladı.
1995 yılında UNESCO bağlantılı uluslararası sivil toplum kuruluşları ile Ankara 95 SANATAEVET buluşmaları yapıldı. Üç etkinlik bir arada!
Uluslararası Amatör Tiyatrolar Birliği Dünya genel kurulu, Avrupa Gençlerinin Tiyatro buluşması ve dünyanın 9 bölgesi en iyi 9 tiyatro oyunu festivali.
Üçü bir arada gerçekleştirildi. Bu üç etkinliğin bir arada gerçekleştirilmesinin nedeni, teori ve uygulamanın bir arada örneklenmesi tutkusuydu. Genel Kurul teoriyi, diğer iki uygulama pratiği temsil ediyordu.
Sanat Tanımı ve Teori-Pratik
Friedrich Schelling (1775-1854) idealist Alman filozofu; Engels de Schelling’den etkilenmiştir. Schelling’e göre sanat tanımı, teori ve pratiğin birbirini tamamlamasıdır.
Aristotales(MÖ.384-322) ise bir ürünün sanat eseri sayılabilmesi için onun iyi; güzel ve doğru ölçülerine tabi tutularak incelenmesi gerektiğini savunur. Poetika isimli ünlü eserinde, şiiri örnek alarak onu uzun uzun iyi(kötü),güzel(çirkin) ve doğru(yanlış) ölçütleri ile nasıl incelenmesi gerektiğini örneklemiştir. Yani Aristo, bir ürünün SANAT sayılabilmesi için o ürünü incelemeye tabii tutarken sanat kavramına nasıl ulaşılacağını da bize örneklemiş oluyor.
Schelling ise, sanat kavramını doğrudan bir felsefe olarak ele alıyor.
Schopenhauer, Nietzsche de sanat kavramına benzer yaklaşımlar gösteriyorlar.
John Dewey ve Joseph Beuys da çağımızda bu yaklaşımları güçlendiriyorlar.
Bertold Brecht ise; “sanat, sanatların en yücesi yaşama sanatına hizmet etmelidir” diyor.
Brecht, SANAT kavramını felsefe olarak her şeyi kapsadığını düşünüyor çünkü bu doğrultuda ESTETİK isimli bir sanat felsefesine gerek duyulmadan da doğrudan SANAT kavramı ve felsefesi üzerinden ESTETİK felsefenin kapsadığı konuların konuşulabileceğine bile değiniyor.
Sanat Kavramı Sadece Sanat Ürünlerinin İsimleri ile mi Anılır?
Özellikle Türkiye’de böyle bir anlaşılma var. Sanat eşittir; tiyatro, müzik, mimarlık, edebiyat, dans, resim ve sinema, fotoğrafın kod adı gibi anlaşılıyor. Bu durumda, SANAT kelimesi ile anlaşılması söz konusu olan bir felsefe yokmuş gibi bir algı oluşuyor. Sanat sadece bu ürünlerin genel ismi imiş gibi yorumlanıyor. Bu yanlış algı, sanat felsefesinin insan yaşamında aranması gereken özen kavramından uzaklaştırıyor.
Bir işi özenle yapmak yerine, kolayına kaçarak yapmak bir tür ZEKA zannediliyor. Bu şartlarda sanat kavramının bir yaşama felsefesi olarak kültürleşmesi de engellenmiş oluyor.
Hristiyanlık, 12. Yy’den itibaren güzel ve iyi kavramlarını tartışarak Rönesans’a ulaşıyor. Rönesans’tan sonra iyi, güzel ve doğru kavramlarından oluşan üçlü formül; etik, estetik ve adalet olarak lojik kültür kazanma yoluna giriyor.
Bu neden ile sanat kavramı felsefi bir değer olarak yaşama sanatına hizmet eder hale gelerek kültürleşiyor. Oysa sanat kavramı, mutlaka dinsel bir icazet kazanmak zorunda olmadan insanın bünyesinde bulunuyor.
Beş Duyu ve Sanat: Altıncı Duyu
Son yıllarda daha da popülerleşen bir bilgi, bize insan beyninin sağ lopunun SANAT kavramı ile ilgili sorumluluklar üstlendiği doğrultusunda gelişme gösteriyor.
Beş duyu, insan biyolojisini kendi bedeninin dışında kalan dünya ile ilişkilendirirken, bu duyuların bilim öncesi dönemden itibaren insanın algılarını ve beynin faaliyetlerini etkilediğini biliyoruz. Ancak, sadece, görme, işitme, dokunma, tat alma ve koklama-bir farkındalık yaratmasına karşın- insan beyninin faaliyetlerinin üretkenliğini ve yaratıcılığını doğrudan geliştirmeyeceğine göre, sol ve sağ lopun koordineli faaliyetinden oluşan akıl ve bilim ile sağ lopun yaratıcılık etkisinin insan biyolojisinde doğuştan var olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Bu özelliğin başka canlılarda olması halinde; onlarda ateşi keşfedebilir, bataklıkları kurutabilir, hastalıklara çare arayabilir, hatta uzaya füze gönderme çalışmaları yapabilirlerdi. İnsanı diğer canlılardan farklı yapan bu özellik yaşamsal verilerin yaratıcılık düşüncesi ile buluşmasını sağlıyor.
Yaratıcılık düşüncesi sezgilerle de besleniyor.
Burada sözünü ettiğimiz sezgi, yine diğer canlıların sezgisinden farklı bir sezgi. İnsanı problemlere çare bulmaya yönelten bir sezgi. Deneme yanılma ile keşifler yapmasını sağlayan, sonra onları kayıt altına alarak kendinden sonra gelecek kuşaklara aktaran bir sorumlulukla gelişen bir sezgi bu.
O zaman altıncı duyu, beş duyu kadar gerçek bir duyu olarak şekilleniyor. Beş duyu ile beslenen, aklın faaliyetleri ile gelişen, sezgileri buluşa çeviren bir altıncı duyu! Farkındalık ve bilgi aktarımı ile gelişerek yeni arayışlara yönelmeye neden olan bir duyu.
Sonradan kazanılmış değil, bünyenin kendi organik yapısında var olan!
O halde, din kavramı nasıl bilimin gelişmesini benimsiyor ve onu çağın gereklerine uygun olarak kabullenip kullanıyorsa;
sanat kavramını da din kavramının rakibi olarak değil, tıpkı bilim gibi kabullenmesi gerekiyor.
Bunu benimsemediği zaman, din kültürünün farklı yorumları ile kitleleri kendi çıkar siyasetlerine alet etme, kurnazlığı gösterenlere, olanak sağlamış oluyor. Hristiyanlık, engizisyon ile dini kendi siyasetlerine alet eden din adamları nedeni ile bu deneyimi çok acı bir yıkım olarak yaşamıştı.
Sanataevet Ütopyası, Ütopya mı?
Sanat ürünü, her birisi insan yaşamı ile iletişim kurmak, duyuları zenginleştirmek ve onları kullanmak adına; SANAT felsefesinin kullanımını örnekleyebilmek adına; insan yaşamı ile birlikte altı ana dal olarak belirginlik kazandı. Sonra bu altı dala sinema ve fotoğraf eklendi. Ama sanat ürünü olarak benimsenen bu dallar aynı zamanda yaşam durumlarını, ritüelleri, doğanın zenginliğini, taklit kavramını, ifade ve iletişim kavramları ile yaşama biçimi önerilerini kapsıyordu.
Bu ürünlerin gerçekleştirilmesi, özenle, kolayına kaçmadan ve insanlık için yarar sağlayan niteliklere ulaşabiliyorsa SANAT ile buluşmuş oluyordu.
Burada sanat ürünün adı olmuyordu. Sanat gerçekleştirilen ürünün yaratılışında gösterilen titiz ve özenli felsefenin, yani etik, estetik ve adaletin bu ürünle ete kemiğe bürünmesini sağlayan felsefenin, adı oluyordu. Sanat ontolojisine de bu açıdan bakıldığında konunun bu anlayışla yeniden okunması söz konusu olabiliyor.
Ernst Gombrich(1909-2001) gibi pek çok filozofun da sanatı, sanat eseri üzerinden inceleyerek yorumlaması da o zaman, neden ve niçin sorularına daha net yanıt vermiş oluyor.
Bu yazıyla oldukça hızlı bir şekilde yaklaşmak istediğim SANATAEVET düşüncesi ile, bir zamanlar yapılan “sanat sanat için mi, sanat toplum için mi; ya da pratik bir söylemle her ikisi için!” gibi yaklaşımlar da ömrünü yitirmiş oluyor.
SANAT tabii ki insan için!
Kendini geliştirmesi, problemlerine çözüm bulması, yaşamı güzelleştirerek kendi kendini yönetebilir hale gelmesi için. Farkındalık için.
Bireyin, kendi kendini yönetebilir hale gelmesi, dinler aracılığı ile ve Tanrı olgusu ile köklü bir kültür olarak zaten var olmuştu.
Yani hiç bir din, insana kendini geliştirmemesi gerektiğini öğütlememişti.
Sanat kavramını dinin rakibi olarak görmek de söz konusu değildi.
O halde, sanat kavramının değerlerini, tıpkı bilim gibi benimseyen toplumların, sosyal bilimlerde de, teknolojide de gelişme göstermesinin, dinler açısından da engel teşkil etmediği tarihsel olarak da kanıtlanmış bir gerçek olarak önümüzde duruyor.
O zaman, SANATAEVET ile sanat kavramının felsefi yönleri ile insanın yaşamını etik, estetik ve adalet doğrultusunda geliştirmek, ancak engizisyon anlayışına ters düşebilir.
SANATAEVET ile insan yaşamının mutluluğu doğrultusunda çözümler üretilebilir.
Kent yaşamının yeniden düzenlenmesi, ortak alanların kullanımı, insanların birbirlerini daha iyi anlayarak birbirine saygı duyması. Bilişim teknolojisinin aktif kullanımı. Bilginin, teori düzeyinde kalmayıp, pratiğe uygulanması, insanlığın farklı kültürel değerlerinin; insan olmanın ortak paradigmaları yanında yaşamın çeşitliliği olarak anlaşılması; din, dil, ırk ve cins farklılıkları yüzünden savaşmak, birbirini öldürmek, cinayet işlemek ya da dünyanın nüfus kontrolünü de bu şekilde kontrol altına alacağını zannetmek yerine, farklı etkileşimler sağlayan iletişimler ile özgürlüklerin gelişmesine hizmet eden ortak kurallar geliştirilebilir.
İnsanlık, bilimi ve teknolojiyi geliştirmeye harcadığı servete karşı, savaş teknolojisine harcadığı servet ve insan katline yönelik vahşet felsefesinden uzaklaşma yolunda, sosyal keşiflerde bulunmak için de servetini ve enerjisini kullanmak konusunda bir kalkışma içerisinde olmalıdır.
İçinde bulunduğumuz binyıl, yaşanan felaketler ile bütünsel bir engizisyon haline gelirken; SANATAEVET bu engizisyon dünyasından çıkma isteğini bir ÜTOPYA gibi gösteriyor olabilir. İnsanlığın yaratmış olduğu olumlu örneklerin göz ardı edilmesi, bu düşünceyi daha da ÜTOPİKleştirebilir.
Oysa insanın doğa ya rağmen ve doğa ile birlikte yarattıkları ile özleminin felsefesini yaptığı yaşam gerçekliği açısından bakıldığında, bu düşüncenin ÜTOPİK olmadığı da düşünülebilir. Hatta bu doğrultuda milyonlarca güzel teorik ve pratik örnekler sıralanabilir.
SANATAEVET yaşamın her anında insanın ürettiği bilgi ve deneyimi onun lehine yaratıcı çözümler arayarak, ortak yaşam değeri oluşturma ütopyasıdır ya da değildir. Ancak, içinde bulunduğumuz milenyumda, insanlık yaşadığı trajediler yanında, çözüm arayışlarına ÜTOPİK diyebilecek bir lükse sahip değildir.