SanataEvet Felsefesi*
Arapça, san’a, latince ars, kelimeleri ‘yapmak’ fiilini ifade eder. İngilizce art, at terbiyeciliği ile de bağlantılı bir ‘yapmak’ anlamı taşıyor. Bu durumda ‘yapma’ eylemi ve onun nitelikleri üzerine kurulmuş sanat kavramına; Umberto Eco, “sanat tanımları ile iki temel öge dile getirilir, bunlardan biri bilişsel (ratio,cogitatio) öteki üretimsel (faciendi,factibilium) ögedir ve sanat öğretisi bu ön kabuller üzerine kurulur. Sanat şeylerin nasıl üretilebileceğini gösteren kuralların bilinmesidir” der. Sevilla’lı İsidorus ise Etymologiarum libri de “sanat bir güçtür” der.
“Bir geminin olduğu kadar, bir evin yapılması, bir çekicin olduğu kadar bir minyatürün yapılması; sanatçı(artifex) nalbanttır, hatiptir, şairdir, ressamdır ve yün kırpıcıdır. Bu, Ortaçağ sanat kuramının iyi bilinen öteki yönüdür, ars bizim zanaat veya teknik adını vereceğimiz alanlara da uzanan çok geniş bir kavramdır ve sanat kuramı her şeyden önce bir ‘meslek kuramı’dır…”
Bu yaklaşım ile öncelikle anlatmak istediğim sanat kuramının bizdeki gibi bir bilinmezlik olmadığı, aksine ‘zanaat’ kavramı ile yakınlığı hakkında ortaçağdan günümüze sürmekte olan tartışmaya bir hatırlatma yapmaktı.
Bu, sanat kavramının tanımlarına ulaşmamış kişiler tarafından yadırganabilir çünkü bizde sanat kavramına yönelik tanımlar üzerinde araştırmalar yapılması ve bu araştırmaların ortak dil oluşturma ve yaşamda kullanılması anlamında topluma mal olmuş, herkesin bildiği ve kullandığı bir çalışma olmadığını düşünüyorum. Fakat bu boşluğa rağmen de, herkesin kendine göre bir sanat tanımı olduğunu varsayıyorum. Bu varsayımım, bir saptama yapma anında görüşüne başvurduğum pek çok kişinin “Sanat tarif edilmez yapılır!” diyerek kendilerine göre bir sanat tanımı yapmış olmalarından kaynaklanıyor. Diğer yaklaşımlarda bundan pek farklı olmadan gelişiyor ve bu durum da bize sanat kavramı hakkında toplumun çok geniş bir kesiminin doğru bilgisi olmadan bir “his” düzeyinde sanat algısına sahip olduğunu kanıtlıyor.
O zaman, tanımını bilmediği bir kavramın toplumsal yaşamda nasıl kültürleşebileceği ve nasıl bir ortak kullanım ihtiyacı duyulacağı endişesi ortaya çıkıyor. Para kavramının ulaşılacak tek değer halini aldığında, bu değer sapmasından şikâyet ettiğimiz, bir zaman diliminde, sanat kavramını yaşam biçimi haline getirmemiş toplumlarda etik konularda önemli çözülmeler ve değer erozyonları yaşanıyor. Kavramı bildiği varsayılan dar kesimin, Sanat kavramını ve tanımları ile diyalektik gelişimini bilmemesi, kimi zaman, şekilci yüksek sanat savunuculuğu yapma eğilimi yaratırken, yaşam ile ilişkilendirildiğinde düşük olana da bağışlayıcı bir hoşgörü göstermeyi beraberinde getirebiliyor. Adorno, bu durumu sanatı yeniden gündelik hayatla bütünleştirmek olarak görebiliyor. Sözünü ettiğimiz diğer-geniş kesim bu ayrıntılarla uğraşmıyor. Sanat eseri üreterek yaşamını sürdürenlere karşı bilmemekten kaynaklanan bir cesaretle tepkili olmayı tutarlı bir davranış ve onun kararlı taraftarlığının sertliği olarak görebiliyor. Fanatik olmayı, keskinlik anlamında bir tutarlılık ve feodal bir bağlılığın kutsanması olarak görebiliyor. Böyle bir toplumsal yapıda birey bu kutsanmışlığa ulaşabilmek için her türlü fedakârlığı yapabileceğini dile getirebiliyor. Yaşamın bu boyutunda, sanat kavramı ile ilgili belirsizlikler, Brecht‘in söylediği “sanatların en yücesi yaşama sanatıdır” cümlesini de anlamsız hale getiriyor. Schelling, Tolstoy, Kant, Hegel, J.Dewey, Joseph Beuys’un düşüncelerini de anlamsız kılıyor. Ancak bu görüşler dünyada tartışılmasına rağmen, bizim iklimde kendisine tartışma ortamı bulamıyor. Sanat kavramı yaşama biçimi olarak, insanın var olma eyleminin özelliği olarak, tanım bulamıyor. Aydınlanmış sayılan beyinlerin bile, sanat kavramına sahip çıkışları mistik bir tanımsızlık ile elitist bir ulaşılmazlığın soyutluğu içerisinde belirsizleşerek eriyor. Bu belirsizleşme kavrama ulaşmayı korkulu bir hale getiriyor. Korkulan bu kavrama geniş bir kesim de tepki göstermeyi yeğliyor, hatta düşmanlaşıyor.
SANATAEVET bu anlaşılmazlıktan kaynaklanan saldırganlıklarında önüne geçmeyi hayal etmektir. Kendini yetersiz bulan insana, sen de başarabilirsin diyebilmek için, yaratıcılıklarını ve onları toplumun olumlu değerlerini geliştirme doğrultusunda kullanabileceği bilgisini ve cesaretini verebilmektir.
Barış kavramının, savaş kavramından daha değerli bir kavram olduğunu kabul etmesi ve yaşamın her alanında bu zıtlığı tanımlayabilecek yaratıcılığın kendisinde olduğunu bilmesi yeterlidir.
İnsan beyninin sağ lopunun sanat, sol lopunun ise analitik düşünme kodlarını harekete geçirdiği bilgileri son günlerde internet anketlerinde bile yer almaya başladı. Bilgiden yoksun aklın, başlangıçta dış dünya ile ilişki kurduğu ve bu iki lopun birleşik değerlendirmesine sunduğu bilgileri, sadece beş duyu aracılığı ile elde ettiğini ve stokladığını hatırlayacak olursak, bu beş duyu ve beynin iki lopunun birleşik faaliyetleri sonucu arada bir de altıncı duyudan söz ederiz. Bu altıncı duyu bizde salt sezgi olarak algılanır. Kimileri sadece bu duyu ile hareket etmeyi yeğleyerek sanat yaptığını düşünür. Oysa bu duyu, beş duyu ile beslenen ve aklın süzgecinden geçtikten sonra yaratıcılığı farkındalık içerisinde oluşturmamızın da duyusudur. Kimileri bu duyuyu hiçbir şey bilmemek, öğrenmemek ve farkındalık peşinde koşmadan kullanma yanlısı olabilirler, sanat kavramını duygusallık ile karıştırarak, bilgiyle beceriye ulaşmayı küçümserler. Oysa altıncı duyu, insanın oluşumundan günümüze, kullanıcının bütün bilgilerle beslenmeye açıklığı oranında, bu bilgilerin karşılaştırması ile yaratıcılığı geliştirme konusunda daha üretkendir. Bu yaratıcılık sürecinin “yapma” konusu ile ilgisi de, düşündüğünü gerçekleştirebilmektir. Schelling, sanat tanımını yaparken, onu teori ile pratiğin birlikteliği olarak tanımlıyor.
SANATAEVET felsefesi, her insanın bu özelliğe sahip olduğunu kabul eder. Bu özelliğini keşfeden insan her seferinde iyi, güzel ve doğru bir eser üretmeyi hedefler. Yaşamak da bir eserdir. Ancak bunun farkına varmadığı zaman insan kendisine zarar verebilir. Düşünce oluşturamaz ise, uygulama da bulunamaz. Çözümsüzlükler karşısında güçsüzleşir çünkü insan yoksunluğu yüzünden sanat yapar, doğadan etkilenmeleri ile diğer canlılardan farklı olarak yaratıcılıklarda bulunmak için yapar. Kuşlardan etkilenerek uçmayı, mağaradan etkilenerek evi icat eder. Altıncı duyunun SANAT olarak adlandırılması halinde bu duyusunu geliştirememek ve kullanamamak insanı travmatik yapar. İletişim kurmakta zorlanır, kendisini farklı ve üstün olarak görüp hiçbir şey yapamamanın travması ile anlaşılmadığını düşünür. Bu boşluğa düşen insan kullanılmaya ve yanlış yönlendirilmelere kapılabilir.
Aristoteles, Poetika isimli eserinde bir sanat ürününü, iyi, güzel ve doğru olarak incelerken; kötü, çirkin ve yanlışı da hiçbir zaman göz ardı etmez. Sanat temel olarak iyi bir eser üretmeyi hedefler. Bu durumda iyiye ulaşmak için geçilecek zorlu yolları göze alır. Karşılaşılacak kötülüklere rağmen iyiye ulaşmayı keşfeder, yaratır.
SANATAEVET, bu zorlu yolda sanat kavramının zengin öğretisi ile insanlık yaşamının, bizzat kendi kendisini de keşfederek, talep edeceği doğruya ulaşması serüveninin adıdır. Bu defa felsefesi üzerinde çalışmalar da yapmalıyız. İnsanlara anlatılması çok zorlu bir entelektüel dilden çok, anlaşılır örneklerle gerçekleşmelidir. Kavramsal yaklaşım ve aktarılmış bilgiyi kullanma doğrultusunda geri kalmış toplumlarda, pratik olma algısı, doğru bir seçim kabul edilir. Bu nedenle, bilgiye ulaşmadan uygulamaya geçmek genel, mistik davranış biçimidir. Kullanım kılavuzunu okumadan elektrikli aleti kullanmaya çalışmak gibi. Bu durumlarda pratik konusunda başarılı olanlar, kendilerine en kısa zamanda her şeyi bilen bir elitist görüntüsü vermek isteyebilirler. Polemik dili ile olmazı kollayarak, tartışmalarda başarılı olmak, karşısındakini şaşırtarak zafer kazandığını zannetmek, enerjiyi geliştiren değil aksine tüketen bir tutumdur. Bu pratiklikte olup ta bana “Sanata hayır diyen var mı?” diye soru sorarak benimle kişisel söz oyununa girmek isteyen birçok meslektaşım oldu.
Ancak, “Sanataevet”i bir umut olarak görüp ona sahip çıkan vatandaşlar da oldu!
5 Nisan 1994 de tasarruf tedbirleri ile ilgili genelge önüme geldiğinde, Devlet Tiyatrolarına seçimle genel müdür olmuş ilk ve son kişi olarak görev başındaydım. Genelgenin sanıyorum beşinci maddesi idi; “Kurumların tiyatro yapamayacağını, festival düzenleyemeyeceğini, turneye gidilemeyeceğini” belirtiyordu. Bu durumda, Devlet Tiyatrolarının kapısına kilit vurmamız gerekiyordu. Çok canı sıkılmış ve çaresiz bir duyguyla, o maddeyi durmadan okuyordum. O hızla belki 200-300 defa okumuşumdur. Sonra birden bir şey fark ettim; madde de Devlet Tiyatroları demiyordu ki! Devlet Tiyatroları Tiyatro yapmak için kurulmuş bir kurumdu, bu maddenin içinde olabilmesi için isminin belirtilmesi gerekirdi! O zaman hemen bir yazı hazırladım. Kültür Bakanlığına ve Başbakanlık Müsteşarlığına götürdüm. Devlet Tiyatroları % 75 oranında tasarruf tedbirinden muaf oldu. Eğer böyle bir düşünce geliştirmeseydim genelgede belirtilenlere uyacak ve ülkenin dört bir tarafındaki tüm sahnelerimizi durduracaktık. Bu anlamda konuları anlamadan yapılan ne çok şey olduğunu düşündüm o zaman ülkemizde.
Yine tasarruf tedbirleri sırasında Devlet Tiyatroları olarak “sanataevet” kampanyası bünyesinde okunmuş gazeteleri toplama kampanyası açtık.
15 günde tüm Türkiye’den 160 ton gazete kâğıdı toplandı. Bu kampanya sırasında SANATAEVET felsefesini topluma anlatmamıştık. Sadece “sanataevet” demiştik. Okullar kamyonlarla gazete kâğıdını bize hediye etmek için törenler yapıyorlardı, biz de bu törenlere katılıp kamyonları devir alıyorduk. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu müdürümüzün çektiği fotoğraflar arasında, tiyatronun önünde ki gazete kulesine, kucağında bebeği olan, örtülü bir hanım bir tomar gazete atıyordu. Kitapçılar tabelalarına, isimlerinin yanına SANATAEVET yazıyorlardı. Düğünlerde şeker dağıtmak yerine üzerinde sanataevet yazan kalemler dağıtmak yaygınlaşıyordu. İzleyiciler tiyatroya gelirken evlerindeki gazete kâğıtlarını üşenmeden bize taşıyorlardı. Sadece SANATAEVET onlara demek epey bir şey anlatmış ki, bu kampanyaya bu kadar sahip çıktılar. Sonuçta toplanan gazete kâğıtlarından dağların üzerine çıkarak, fotoğraflar çektirdik. Ülkemiz insanın duyarlılığını sevgi ile belgeledik. Devlet Tiyatroların %25 tasarruf tedbiri bünyesindeki demirbaş alımlarını bu gazetelerin SEKA ya satılması ile elde ettiğimiz gelirle sağladık. Ama yine de “Sanata hayır diyen mi var” diye soran arkadaşlardan, pek esprili yaklaşımda bulunup, “TAMERLEVETSANATAEVET” diyerek benim tutumumu komik bulma eğilimi gösterenler oldu! Keşke her şey o günler gibi olsa da benim tutumum komik kalsa! Bu gün geldiğimiz acıklı yaşamımızda, onlar bile artık sanataeveti anlamaya başladılar.
Ne yazık ki artık şartlar onların da bu gerçeği kabul etmelerine neden oldu ve dünya bu acımasızlık siyaseti ile insanları katletmeyi bir politika olarak gördükçe, SANATAEVET, kendi kendisini anlatan ve kabul ettiren bir kavram olacak. Oysa sanataevet diyenleri çoğalttıkça yaşanacak sürece müdahale edebilme şansımızın olabileceğini düşünüyorum. Bu nedenle de durumun gelişmesini kendi haline bırakmamak, bu süreci kısaltmak için platformalar kurmak, gönüllü çalışmalar yapmak, toplumla temaslarda bulunmak, etkinlikler planlamak sorumluluğu duymalıyız.
***
Görsel: Resim Yapma Sanatı (1668) – Johannes Vermeer