Çoğu zaman insan malzemesinden şikâyetçi oluruz, eleştiririz. Duyarsız olduğunu, farkındalığı olmadığını konuşuruz. Bu bilgelikle, konuşmuş olmaktan mutlu, biraz da kişisel travmalarımızdan uzaklaşmış oluruz. Aslında hepimiz ne verdik de ne aldık konusunda kendimizi eleştirebilmeliyiz. Zaten konuya buradan bakmamak çözüm de aramayı ihtiyaç olarak görmemek demektir!
Öncelikle, kavramların içini doldurmadan yaşamak konusunda kararlı bir halimiz var. Bunun da kendisinin özel yaratılmış olduğunu, bir gün kaderin onun yolunu aydınlatacağı gibi bir zekâdan kaynaklandığı düşünülebilir. Kavramları işittiğinizde size yansıttıkları duygu ne ise, onları öyle anlamaktan hoşnut bir dehamız var. Bu nedenle, pratik bir toplum olmayı; bilgi(öğretim) ve eğitim ile gelişmek yerine “kafamızı taşlara vura vura”, yaşayarak öğrenmeyi seçmek, bize sanki felsefi imiş gibi görünen bir tembellik, mistiklik sunuyor. Ama burada da sanki kaderci değilmiş gibi davranabiliyoruz.
Kaderci olmayanlar, problemlere sadece şikâyet ederek değil, çözüm üretmek düşüncesi ile yaklaşanlarla; problemleri sadece şikâyet edilecek malzeme olarak gören ama çözüm üretmeyenler arasında sanki düşünselmiş gibi görünen çatışmalar yaşanabiliyor. Ortaklıklar kurulamıyor. Birlik beraberlikler oluşamıyor. Çünkü birbiri ile en yakın olduğunu zannedilen kişilerin, birbirleri hakkında, kendi egolarını şişirerek söylemedikleri laf kalmıyor. Sonra birbirlerini gördüklerinde de dostmuş gibi davranıyorlar. Yalancılık toplumsal strateji haline gelmiş durumda!
Bu toplumsal, ruhsal kaymanın durması için birliktelik oluşturacak kişiler ise, politik hedef olmadan, kavramsal çıkışlar yaparak konuları akademik düzeyde tartışma teması haline getiremiyor, toplumun kullanacağı ortak değerler üretemiyor.
Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal Atatürk, hem bir siyasi lider olarak hem de bir düşünür olarak önemli konularda tema niteliğinde yol gösterici sözler söylemiştir. Toplum ve siyaset adamları bu sözleri Cumhuriyet rejiminin temel hedefleri olarak görüyor, hata belli ölçülerde bu felsefe işaret eden tematik sözler etrafında birleşmiş görünebiliyorlardı. Bu tematik sözlerden yola çıkarak siyaset ve demokrasi eleştirisi yapabiliyorlar, Cumhuriyeti savunur görünüyorlardı. Zaman zaman başkalarına yukardan bakmak, ötekileştirmek gibi kişisel zaaflarına bu cümleleri kurban edenler olmasına karşın genelde, bu cümleler işe yarıyordu. “Cumhuriyetin temeli kültürdür” gibi! Anayasanın değişmez maddesi “Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” maddesi ile, “Cumhuriyetin temeli kültürdür” sözü arasında çok yakın ve tamamlayıcı bir bağ var! “Sanatsız kalan bir toplumun hayat bağlarından biri kopmuştur!” cümlesi, sanat kelimesinin Atatürk tarafından ne kadar iyi anlaşıldığının somut kanıtı. “Ben askerliğin sanat halini severim.” cümlesi de bu sözün anlamını ne kadar iyi bildiğinin kanıtı. Söylediği bütün sözlerde kullandığı “sanat” kelimesinin anlamını çok iyi bildiğini düşünmeliyiz. Ancak bizim pratik toplumun çok hoşuna giden bir yanlış anlaşılan cümle de var! Sanki bu cümlede kullandığı sanat kavramı diğerleri ile aynı değilmiş gibi! “Beyler, milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz, başbakan olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı bile olabilirsiniz ama sanatçı olamazsınız!” cümlesindeki sanatçı kelimesini kendine meslek adı yapıp, çok önemli adam olduğunu bu cümle üzerinden kanıtlayarak prim yapmaya çalışan, ama aslında “sanat” kelimesinin ne anlama geldiğini bilmeyen sözde ve gösterişte seçkinci tutumlar gibi! “Sen benim kim olduğumu biliyor musun” diyenler gibi! Toplum cahilleştikçe bu davranışları gösterenlerin sayıları artmıştı, halen de artmaya devam ediyor! Atatürk’ün bu cümlesi yanlış anlaşıldı. Birileri kendilerini ayrıcalıklı yaratılmış insan zannetti. Oysa bunlar, mistik ve kaderci değil, objektif düşündüğünü söyleyen insanlardı. Hatta akademisyenlerdi! Oysa sanat kelimesinin anlamını bilselerdi Atatürk’ün burada kelimeyi bu anlamda kullanmadığını anlarlardı. Çünkü bu sözde, sayılan mesleklerin erbabı olmak anlamında “sanat” kelimesinden söz edilmişti. Bu mesleklere dâhil olma koşullarını “iyi, güzel ve doğru” olarak yerine getirmezseniz, “o mesleklerin yetkin kişisi, yani sanatçısı olamazsınız” demek istenilmişti. Yanlış anlamaya bakın! Sırf bu sözden etkilenerek, kendini sanatçı ilan edip, sonra da kendi kendisinin dolduruşuna gelip, kendini gerçekten öyle zannedip, hava atanlar türemedi mi!
“Çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkmak hatta onları geçmek!” düşüncesi de bence taşları birleştiren güçlü bir harçtı. Bu cümleden gündelik yaşamda etkilenmeyenler bile, işleri düştüğünde bu cümleye başvurabiliyorlardı!
Bertolt Brecht’in Galileo Galiei oyununda, Galileo mahkemeden ölüme mahkûm edilmeden çıktığında, yanında büyüttüğü yardımcısı ona;
“Yazıklar olsun sana, ne yazık bu topluma ki bir lideri yok !” demişti.
Galileo da ona “Ne yazık bir topluma ki liderlere muhtaç!” demişti.
Galileo, Giordano Bruno gibi yakılarak öldürülmedi ama söylevleri dünyanın bilimsel kimliği ve düşünüş biçimini değiştirdi.
Rönesans öncesi, Endülüs Emevileri’nde başlayan daha sonra kiliseye mensup papazların bile eleştirerek tartıştığı, bilimin ve yaşamın gelişmelerinin gerisinde kalan, ilk çıktığı gün söylendiği gibi bile yorumlanmasından uzaklaşılmış bir din kavramı vardı ortada!
Pazar yerlerinde oynanan arabalı tiyatrolardaki Miracle oyunlarının etkisi ile başlayan Rönesans, yaşamın sanatsallaşmasını ika etme, gerçekleştirme hareketi idi.
Hristiyan âlimlerin de her zaman belirttiği gibi, ilk kez İslamiyet içinde ortaya çıkan bu güncellenme olayı, neden İslamiyet de gerçekleşmemiştir de, ondan etkilenen Hristiyanlıkta gerçekleşmiştir?
Hristiyanlık, Rönesansı ve Reformu gerçekleştirdikten sonra, sanatta, bilimde, teknolojide, endüstride, ekonomide, siyasette önemli gelişmeler gösterirken, İslamiyet adına, Osmanlı tarafından, matbaanın bile kitap basmasına çok sonra izin verilmiştir.
Bu durumda Hristiyanlık genelojisi 600 yılda bu kültürden etkilenerek insanlık kültürü adına evrensel değerler oluşması doğrultusunda dünya birlikleri arayışlarına giderken, consensus(uzlaşma) kelimesini bir gelişmiş uygarlık tutumu olarak değerlendirirken, bizim coğrafyamızda uzlaşma kelimesi bir tür sapma olarak anlaşılmaktadır.
Kültür kelimesi insanın yaşamında oluşturduğu her şey olarak algılanmıyorsa; Sanat problem çözmek ve yetkin yaratıcılık ile eylemde bulunmak olarak anlaşılmıyor. Yaşamanın bizzat kendisi olan sürecin eylemsel adı olarak değil, bu eylemsel sürece ışık tutacak ilk uygulamaların, önce, resim, dans, müzik ve drama, sonra, edebiyat ve mimarlık, sonra sinema ve fotoğraf, şimdi de sporun kod adı zannediliyor. Dram, durum olarak anlaşılması gerekirken acıklı olarak anlaşılıyorsa, yaşantımızda insanların birbirleri ile olan ilişkilerinden ortaya çıkan durum incelemelerinin(dramaturgi) hiç bir önemi yok demektir.
Çünkü dram acıklı demek!
İşte bu yanlış bilgi ve anlaşılmaların üstüne bir de ben daha çok biliyorum kompleksi ve egosu, bir de bu egoları besleyen kişisel yetersizliklerden kaynaklanan beceriksizlikler eklendiğinde, ortaya birbiri ile ortak dili olmayan, birlik beraberlik yapamayan bir toplum çıkıyor. Saydığımız kavramlar gibi daha pek çok kavramı bilmek zorunda olmayan kitlelere, bilenler ‘varsaydıklarımız’ tarafından, doğru öğretilmediği bir toplumda, ortak kavramlar etrafında birlik olmak da söz konusu olamıyor. Bu durumda her yanlış bilgi ‘aşireti’, kendi reisliğini kurarak, parçalanmayı ve bu yeryüzünde kendisi hüküm sürdükçe, onun dediklerinin geçerli olmasını savunmaktan başka bir değer üretmeyecektir. Bu da sözü edilen demokrasinin sonu, kaosun rejim halini alması demektir.
***
Görsel: Duvar Dibi III (1972) – Neşet Günal