Sanat her zaman bir iletişim aracı olmuştur. Bu iletişimin etkileşime dönüşebilmesi için aşk, sevgi, mutluluk, öfke, hüzün gibi duyguları istek ve şikâyetleri içerisinde barındırması gerekir. Duygular, istekler ve şikâyetler bize aktarılırken en kısa yol şüphesiz müzik sanatından geçiyor. Müziğin, insanlar üzerindeki psikolojik etkisi sürekli vurgulanmaktadır. Özellikle ilk çağlarda insanların ruhuna şeytan girdi düşüncesiyle başlanan müzikli tedavi yönteminin günümüze uzanan bir yolculuğu vardır. Her ne kadar müziğin psikolojik etkisini bu yazıda konuşmayacak olsak da sesin ritmi ve tondaki ahengi biz pek farkına varmasak da yaşantımızı şekillendiriyor. İzlediğimiz film sahnelerinde çalan müzikler karşısında değişen duygu durumumuz bu konuda en büyük örneklerden.
Seyircileri etkisi altına alan unutulmaz film müziklerinin yaratıcıları arasında, hem senaryosunu yazdığı hem de müziklerini yaptığı filmlerdeki etkisiyle Avustralyalı rock şarkıcısı Nick Cave’i örnek olarak göstermek mümkün. Özellikle Avustralya Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi En İyi Özgün Film Müziği, En İyi Kostüm Tasarım Ödülü, En İyi Görüntü Yönetimi, San Diego Film Eleştirmenleri Birliği En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü ve Chlotrudis En İyi Özgün Senaryo Ödülü gibi başarılarla ses getiren 2005 yapımı The Proposition filmi bu anlamda başı çekmektedir.
Nick Cave’in çok yönlü kişiliğinin sanata yansımalarından biri de sinemadır. Bu alanda çalışmaları film müziklerinden oyunculuğa ve senaryo yazımına kadar geniş bir alanı kapsamaktadır. Bu yazıda senarist kimliği üzerinden Cave’in hayal dünyasına göz atmaya çalışacağız.
Yaşayan Ölülerin Hayaletleri (1988), The Proposition (2005) ve Lawless (2012) adlı filmlerin yönetmenliğini John Hilcoat, senaryo yazarlığını ise Cave üstlenmiştir. İlk filmi Yaşayan Ölülerin Hayaletleri‘nde Cave’ in senarist kimliğini görmeye başlamamızın yanı sıra filmin müziklerine katkısı da söz konusu. Bunların yanında filmde oyuncu olarak da yer aldığını belirtelim. Filmin müziklerini The Bad Seeds kurucularından Mick Harvey ve Blixa Bargeld ile yapmış, senaryosunda ise daha kalabalık bir kadro ile (John Hillcoat, Hugo Race, Evan English, Gene Conkie) çalışmıştır. İkinci filmi The Proposition, tür olarak western filmlerini andıran dramatik yapısı ve biçimiyle öne çıkıyor.
Film, Avustralya’nın çöllerinde geçen bir intikam, kan davası hikâyesi çerçevesinde gerçekleşiyor. Kanun kaçağı Burns kardeşlerin kasaba halkı ve polislerle olan mücadelesi anlatılırken aynı zamanda çöllerdeki gerilime tanıklık ediyoruz. Cave’in belirlediği gruplar ve aralarındaki çatışmada izleyicinin taraf olabileceği koşullar ortadan kaldırılmış ve sadece olacakların takip edildiği bir anlatım biçimi tercih edilmiş. (Bunun bir benzerini Lawless filminde de görmek mümkün) Filmdeki gruplaşmalar sömürgeci İngilizler, Aborjinler, Arthur Burn ve çetesi ile diğer iki Burns kardeşler şeklinde özetlenebilir.
Çoğu izleyicinin The Road (2009) filmiyle tanıdığı Avustralyalı yönetmen John Hillcoat’un 2005 yapımı The Proposition/Kanlı Teklif filminde kendisine senaryo ve müzikleriyle eşlik eden Nick Cave ile güzel bir uyum yakaladığını söyleyebiliriz. Şöyle ki Nick Cave’in sıra dışı yapısı ve ağır müziğiyle yönetmen Hillcoat’un macera dolu karanlık film anlayışının birleşmesiyle ortaya çıkan Kanlı Teklif, kimi sahnelerde(özellikle son sahnede) vermiş olduğu kapalı mesajlarla izleyicide düşündürücü bir yol izleği oluşturuyor.
Filmin açılışında gördüğümüz fotoğraflar ve arka fonda çalan müziğin etkisi izleyiciye fotoğraf albümüne bakıyormuşçasına özlemli bir his oluştursa da hikâyenin devamında aile kurumunun olmadığını görüyoruz. Hopkins ailesinin çiftliğine yapılan saldırı sonucu ailenin intikamını almak isteyen şerif Stanley’nin (Ray Winstone) Burns kardeşlere götürdüğü teklif bir süre sonra masumiyet kavramının sorgulanmasına neden oluyor. Şöyle ki Burns kardeşlerin ortancası olan Charlie (Guy Pearce) intikamdan sorumlu tutulan ağabeyi Arthur’u ya öldürecek ya da küçük kardeşi Mikey Noel günü asılacaktır. Mikey’i idamdan kurtarmak için Arthur’u aramaya koyulan Charlie’nin yol boyunca karşılaştıkları, “ahlak kavramı iyi olmak için yeterli mi” sorusunu akıllara getiriyor. Charlie’nin Hopkins’lerin evine gitmesi ve yapılan vahşetle yüzleşmesi aynı zamanda yönetmenin olayları tüm açıklığıyla ortaya koyarak bizleri bir sorguya davet ettiğini gösteriyor. Masum olan kim, suçlu kim, Charlie’nin hangi kardeşini ateşe atacağı belki de bu tartışmada ortaya çıkıyor.
Filmin kilit noktasını oluşturan Charlie karakterinin Arthur’u bulduğu sahnede uçuruma bakıp “biz cehenneme gideceğiz” söylemini kullanması olay örgüsünde gerginliğin artmasına neden oluyor. Bu söylemden sonra cehennem hayatı yaşayan karakterler ve Mike’nin gördüğü haksız işkencenin izleyiciye yansımasıyla film adeta yeniden başlıyor. Arkada çalan fon müziğinin rahatsızlık verici tonu ise seyirciye tehlikenin haberini önceden hissettiriyor. Güçlü görüntü dilinin, ışık ve ses kanalından gelen müzikle birleşmesi filmdeki duygunun izleyiciye geçmesinde büyük bir etkiye sahip.
Diğer yandan Avustralya’da yeni bir kültür yaratmak isteyen İngiliz şerifi Stanley’in Avustralya çöllerine bakıp her defasında medeniyet getireceğini dile getirmesi bize Amerika dış politikasını hatırlatıyor. Şöyle ki Amerika’nın masum “medeniyet” söylemlerinin altında yatan işgalci zihniyet, kardeş İngiliz devletinin de her daim dilinde. Burada da karşımıza Şerif Stanley ile açığa çıkan bu gerçek (ya da zihniyet yapısı), Avustralya’nın sosyo-politik tarihinde birçok tahribata yol açacak şekilde var olmuştur.
Tarihin her sahnesinde tanık olduğumuz “köleleştirme” kavramına yönetmen Hillcoat’ın insanı insana anlatan filmi ile tanıklık ediyoruz. 19.yy sonlarında Avustralya’ya gelen Britanya kolonilerinin adanın yerli halkı Aborjinlere yaptığı köleleştirme ve küçük düşürmeleri görmekteyiz. Şerif Stanley ile gördüğümüz bu durum bir süre sonra Stanley’nin iç hesaplaşmasıyla adaletli bir hal alıyor gibi görünse de bu durumun uzun sürmediğini söyleyebiliriz. Zira filmin sonunun izleyiciye bırakılması filmdeki adalet kavramını yerle bir ediyor. Ve bu durum adeta izleyiciye “adalet istiyorsanız buna kendinizi sorgulayarak başlayın” dedirtiyor. Son olarak, Nick Cave’in özenle işlediği senaryosu ile birleştirdiği müziğin kimi sahnelerde oyunculardan rol çalacak ölçüde güçlü olduğunu vurgulanmalı.