3 Şubat 2018
Maltepe, İstanbul
MAHALLEMİZİN YAKIŞIKLISI GERİ DÖNDÜ!
Cumartesi gecesi eşim Tunç ile bir konser çıkışı eve dönerken, içimden bir ses “şimdi kuş görsek” diye geçirdi. Saatin gece ikiyi gösterdiğini belirtmek istesem… Telefonun takvimi pazar gününü göstermeye başlamıştı bile. Bu arada baykuş filan da yok semtimizde. Nedense gece gece aklıma düşmüştü kuşlar işte. Bir kaç dakika sonra bir kuş sesi duyduk. Ortalığı yıkan bed sesli bu kuş tanıdık çıktı; gri balıkçıl. Mahallemizde bir gökdelen projesi için temel kazma çalışmaları başlayınca alanlarını terk etmişlerdi. Her yerde apartman olan bir sokakta bu kuş kendine nereyi mi bulur? “Mezarlıktaki ağaçların tepesini”. Çok çok küçük bir ilçe mezarlığı var mahallemizde. Buradaki bir ağaçta, gri balıkçıl çiftinin yavru çıkartıp büyüttüğünü uzaktan da olsa geceleri gözlemlemiştik iki yıl önce. Geceleri tam aile buradalardı, gündüzleri ise denize, mendireğe avlanmaya giderken pencereden görüp heyecanlanıyorduk. Gece gece eve dönerken bir mutlu, bir mutlu olduk. Yaşasın sokağımızın yakışıklısı geri döndü! Çünkü her ne olduysa gökdelen projesi bir buçuk yıldır durduruldu. Gri balıkçılın civarındaki evlerde yaşayanlar acaba benim kadar mutlu mudur? Çünkü geceleri bed bed bağırıp hafiften yaygara koparıyorlar, gecenin sessizliğinde mahalle sakinleri neler hissediyordur acaba? Onlar şu an bu çığlıkımsı kuş sesi için ne düşünüyor bilmem ama ben kazılıp terk edilmiş gökdelenin temeli yağmur suyu ile dolsa, kuşlar gelse keşke diye ütopyalara daldım bile.
Birden aklıma bugün vapurda yanımda oturan genç kız ile yaptığımız sohbet geldi ve Tunç’a anlatmaya başladım. Akçay’daki yazlıklarında sonbaharda göçünde her gün pencere önünde ölü serçe buluyorlarmış. Evi satın aldıklarında bu ayna camlar halihazırda varmış ama hiç sevmemişler.Camlara yapıştırılan kuş etiketlerinden bahsettim, hemen alıp yapıştıracağını iletti. Gene bugün TEMA gönüllüsü Yaşar Bey, bahçelerinde kedilerin her gün bir kuş öldürdüğünü, nasıl önleyebileceğini sormuştu. Ben de kedilerin boynuna iki zil takarak önlem alabileceğini dile getirince biraz biraz morali düzeldi.
Kuşlar ölmesin; yerleri yuvaları büyük projelerle talan edilmesin!
Dilek Geçit
Selçuk
Pazara gittik annemle ve ben yine taze soğan ile taze sarımsağı ayırt edemedim! Benim bildiğim taze sarımsağın başları az da olsa dişli olurdu, aralarında belirgin fark olurdu (kokuyu saymıyorum). Alaska’da yaşadığım 6-7 yıl içinde taze sarımsak zamanında hiç Türkiye’de olmadım sanırım ama bu durumda halâ bir tuhaflık olduğunu düşünüyorum.
Bir tezgâhtan alışveriş yaparken tarttırdığımız sebzenin fiyatı yarımla 1 kilo arasında çıktı. Sanırım son model tartılardan yoktu tezgâhtaki adamda ya da bir anda çok kişi soru sorduğu için kafası karıştı. Biraz gerisinde oturan adama “600 gram domates ne kadar? “, “700 gram salatalık ne kadar?” diye sormaya başladı. Sorduğu adam alçak bir taburede oturmuş tost yiyor, ayran içiyordu. Soruları düşünmeden, çok sakince, nerdeyse duyulmayan bir sesle yanıtlıyordu. Özellikle hızla paraüstü sayar ya da verirken sıklıkla beyni donan biri olarak bu duruma gülümsemeden edemedim. Tezgâhtaki adam da hesaplama dışında yapması gerekenleri yapar, herkese istediği sebzeleri uzatır, “kolay gelsin” lere cevap verirken çok hızlı ve telaşlı görünüyordu. Telaşı odağının bozulmamasına gösterdiği özendendi herhalde. Sebze ve meyvelerle dolu tezgâhın önünü ve gerisini aynı anda görmek, pazarın sımsıcak insan öyküleriyle dolu olduğunun kanıtı gibiydi.
Daha önce ayva aldığımız, ayvasını beğendiğimiz tezgâha da uğradık. Pazara özgü o güzel ayaküstü sohbetlerden ettik ama fazlaca kısa. “Ayvalar ekmek ayvası mı, kötü çıkarsa getiririz valla ” falan filan derken ben de “Bazen ayva yerken boğuluyoruz, macera oluyor” dedim. Gerçekten de öyle değil mi?
Özgür Keşaplı Didrickson
4 şubat
Bu akşam misafirlerimiz vardı. Gelirken bülbülyuvası getirmişler. Böylesine zengin bir mutfağı olan ülkeden bir süre uzaklaşınca doğal elbet, ne zamandır yememiştim. Aklıma hayatımızda büyük yeri olan bülbülleri getirdi tabii ki.
Kız kardeşim Özge’nin kuş göçüyle ilgili tez araştırması sırasında, Afrika’dan ODTÜ’ye gelen bir bülbülü 4 yıl üst üste aynı çalı kümesinde kaydetmiştik! (Fotoğraftaki birey). Ülkemizde üremeyen ve kışlamayan, sadece geçit sırasında konaklayarak beslenen türlerden biri olan benekli bülbülü de yine benzer şekilde 2 sene üst üste aynı çalıda tespit etmiştik!
Ayrıca bir benekli bülbülün konakladığı 3 hafta boyunca ağırlığını 22,5 gramdan 32,5 grama çıkardığını da belgeledik! Eymir ve yerleşke dâhil ODTÜ arazisinin 5 noktasında yapılan bu çalışmada, daha birçok kuş türünde 10 gün içinde yüzde 50’ye varan ağırlık artışı gözlemiştik.
Söğüt, kavak, badem, ahlat, alıç gibi ağaçlar ve pek çok çalının yer aldığı, İç Anadolu’nun az sayıdaki doğal bozkırından ODTÜ’nün kuş göçü açısından büyük öneme sahip olduğu bu verilerle kanıtlanmıştı. Bu bulgular ODTÜ arazisinin içinden yol geçirilmesinin göçmen kuşları da olumsuz etkilediğinin kanıtı ancak ne yazık ki rant iştahı, bilimsel verileri yenecek güçte.
Not: Araştırma bulguları, Özge Keşaplı Can’ın “Ağla yakalama yöntemi ile ODTÜ’de (Ankara, Orta Anadolu) ötücü kuş göçü üzerine bir çalışma” başlıklı y. lisans tezinden (Mart 2004) alınmıştır.
Özgür Keşaplı Didrickson
5 Şubat
Bugün sonunda, Kuşadası merkezindeki, Güvercinadası’na bakan küçük kumsala ayak bastım. İlk günün hatırasına kendime bir midye alayım dedim. Mintiricik minarelerden mor bir tanesini gördüğümü sandım. Eğildim, aldım. Meğer bir iğde çekirdeğiymiş. İçine kum doldukça çizgileri belirginleşmiş. Morluğu deniz suyunda ıslanmasıyla mı ilgiliydi bilemedim. Hemen ötede de bir şeftali çekirdeği gördüm. Kumsala yüzmek yanında güneşi batırmak, kahve içmek, bir şeyler yemek için de gelinir ya…
Kumsala yakın bir duvarda denizkızı resmi vardı. Memeleri açık olanını görünce daha çok sevineceğim ama sokağın böyle renklendirilmesini çok seviyorum. Sokak sanatçılarının emeğine sağlık, iyi ki varlar!
Bir çocuk parkında da ahtapot ve denizatıyla karşılaştım. Plastik olmasalardı daha iyi olurdu ama denize karşı merak uyandıran bir park olması hoşuma gitti.
Selçuk’a dönmeden, kahve içtiğimiz yerde otururken, balık sürüleri gördüm. Denizin rengi yeşilimsiydi. En güzel deniz renklerinden… Kayalıkların üzerinde denizkestaneleri vardı. Birkaç aydır gördüğüm ilk deniz canlılarıydı bunlar. Şnorkelle balıkların arasına dalmayı, ahtapotlarla göz göze gelmeyi ne çok özlediğimi hatırlattılar.
Özgür Keşaplı Didrickson
6 şubat
İstanbul
Boğaz’dan geçmek her zaman iyi hissettirir. Bazen yürürken bazen otobüsün camından seyrederken denizi, çağrışım yağmuru başlar. Böyle turlardan birinde, bir nefeslenmede seyrettik avlanan martıyı. Kordon kenarında, kanatlar arkada katlı, bir sağa bir sola yürüyüp denizdeki sürüyü kesiyordu. Bir anda kararını verdi ve hızlı bir dalış ile yakaladı zarganayı. Alttaki fotoğrafta, videodaki zarganya ait,”gaga” da denilen çenesi görülüyor. Martı zarganayı yutmadan önce sivri çenesini kırıyor.
Zelal Özgür Durmuş
Selçuk
Bugün yeni bir yürüyüş yolu keşfettik. Asfalt bir yol, sanırım Şirince’ye kadar gidiyor. Çıkmaz bir yol olabileceğini düşünerek bir eve doğru ilerledik en başta. Yol evin önünden sağa kıvrılıyormuş.
Evin bahçesinde bir kadınla bir küçük kız ot ayıklıyordu. Çok iyi göremedim elbette ama turp otu gibi geldi. Annem de babaannesiyle ot toplar, pazarda satarmış. Çiçeklerle dolu avluda, hasırın üzerindeki yer yatağında babaannesiyle yatarmış. Üzerlerinden kurbağalar atlarmış. Toprak kokusunu içine çekerek saatlerce ot peşinde gezenler için ev içleri, uyumak için fazla havasız olsa gerek.
Ne yazık ki gitgide daha çok papatya açıyor her yerde. Kış gelmeden bahara girecek olmanın kaygısı bu yılın ilk bahar dalını görünce somutlaştı. Beyaz çiçeği olan, seyrek dallı bir ağaçtı. Erikti belki de. Ne yazık ki bitkileri pek bilmiyorum. Papatya fotoğrafı çekmeye çalışırken de hiç tanımadığım ilginç bir bitkiye rastladım.
Yürürken bir de dallarına cd asılmış 2 genç incir ağacı gördük. Benim bildiğim güneşte parlayan cdler kuşların camlara çarpmasını önlemek için kullanılıyor. İki ağaca toplam 3 cd asılmıştı sadece. Eh, insan baktığı, büyüttüğü ağacın tüm yemişlerini kuşlara kaptırmak istemeyebilir elbette.
Bir çobanla sohbet ettim sonra. Yanındaki koçlardan birisinin boynunda mavi boncuklu bir kolye vardı. Diğer ikisine neden takmadığını sorduğumda “ona takmıştım, sonra bunlar doğdu, öyle kaldı” gibi bir şey söyledi. Bazen mavi boncuklu kolyelerin de mavi kolyesiz olmanın da öyle çok derin bir anlamı yok işte!
Özgür Keşaplı Didrickson
7 şubat
Küçük, çoğunlukla çok eski, hatta virane görünen evlerde yaşayanların kapılarının hemen önünü bahçeye çevirmesi insanın aklına çok şey getiriyor. Yoğurt kasesinden, yağ tenekesine kadar pek çok eşyayı saksı olarak yeniden kullanan bu insanlar da doğayı seviyor, hemen yanıbaşlarındaki büyük kapılarla gizli, büyük bahçesi olanlar da. Teneke kutudan olma saksılarda da büyüyor çiçekler, pahalı seramik saksılarda da. Teneke kutusundan saksı yapanlar, küçük evlerinin önüne bazen bir eski koltuk atmış oluyor. Onları görmek, sohbet etmek daha kolay. Büyük bahçelerin sahiplerini görmek, selamlaşmak ise daha zor. Doğa sevgisi aslında ne denli birleştirici ama düzen pek izin vermiyor.
Sardunya da gördük bugün. Küçükken taçyapraklarından ojeli tırnak yapardık kendimize. Yaprakları koparır, arkasını dilimizle ıslatır, tırnaklarımıza takardık.
Özgür Keşaplı Didrickson
8 Şubat
Selçuk
Birkaç gün önce, papatya fotoğrafı çekmeye çalışırken gördüğüm bitkinin adını öğrenmek için “Flora” isimli facebook grubuna sordum. Sağ olsunlar beni bilgilendirdiler. Bitkinin Türkçesi “kulunca” Latincesi Erodium moschatum imiş. Şifa Heybesi’nden arkadaşlar ise İngilizcesinin “Musk storksbill” olduğunu söylediler. MeğerTurnagagasıgiller/Leylekgagasıgiller isimli bitki aileleri varmış.
Selçuk’ta binlerce yıllık su kemerlerinin üzerinde yuvalıyor leylekler. Yakında gelecekler. Böyle güzel isimlerle, çok hoş benzetmelerle karşılaşınca, insanın oturup şiir yazası geliyor.
Özgür Keşaplı Didrickson
9 Şubat
İzmir
Yine Yunanlıların kullandığı bir deyişten bahsedeceğim. Ocak ayında güneşli, rüzgarsız hatta sıcak günler yaşadıklarında “yalıçapkını günleri geldi” ya da “yalıçapkını günleri devam edecek” gibi tabirler kullanıyorlar. Yunancada bu “αλκυονίδες μέρες” (alkionides meres) olarak geçiyor ve bir de mitolojik hikayesi var. Rüzgarlar kralı Aiolos’un kızı olan Alkione, Keyks ile evlenir. Çok mutludurlar ancak kendilerini Zeus ve Hera’ya benzetirler. Bu benzetme karşısında Zeus sinirlenir ve Keyks’i bir kehanet merkezine yaptığı denizaşırı bir yolculuk sırasında canını alır. Kıyıda Keyks’in dönmesini bekleyen Alkione maalesef ölüsüyle karşılaşır ve kendini sulara bırakır. Tanrılar bu duruma üzülür ve her ikisini de yalıçapkınına çevirirler ancak kayalıklarda yuvası olan yalıçapkını yumurtalarını bir türlü büyütemez bu durumu gören Zeus, ocak ayında bir iki haftalığına Aiolos’a rüzgarları dindirmesini emreder. Kışın güneşli geçirdiğimiz günler belki de bize bu kuşların armağanı.
Yeşim Öndül
***
Azizm Sanat Örgütü olarak doğadan zannedildiği kadar uzak olmadığımızı düşünerek, bu düşüncenin yarattığı umutla “Dirimbilim Günlüğü” köşesini açmaya karar verdik.
Dirimbilim Günlüğü’nün her yaştan herkesin katkısıyla oluşmasını arzuluyoruz. Günlüğümüzde yer almak için yer ve tarih bilgisiyle bize gözlem ve düşüncelerinizi aktarabilirsiniz. Notlarınıza fotoğraf, çizim, video da ekleyebilirsiniz.
Bizi birleştireceğini, yaban hayata olan sevgimizle güç birliği yapmamızı sağlayacağını umduğumuz günlüğümüze katkılarınızı bekliyoruz. Notlarınızı, her hafta Cuma gecesine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza gönderebilirsiniz.