Gezi Parkı başkaldırısıyla tetiklenen Haziran Direnişi beş yılı geride bırakırken günümüzden bakıldığında beş yıl öncesi bugün tam olarak ne ifade ediyor, neye karşılık geliyor ve sizce gelecekte nasıl bir konuma erişecek?
Henüz Gezi İsyanı esnasında bu tip çözümleme çabaları başlamıştı, ertesinde hızla devam etti, hatta bugüne de taşındı; ancak ben bununla ilgili bütünlüklü ve nesnel bir analizin ortaya konulduğunu hatırlamıyorum. Sosyalistler için yeri ve önemi tartışılmaz bir bilim insanı, sınıfsal bir kalkışma gördü mesela Gezi’de; sosyologlar Y Kuşağı anlatılarına giriştiler; prekarya, yeni orta sınıf gibi gerilimli kavramlar üzerinde çalışanlar, biraz ekonomik biraz kültürel zeminlerde gezindiler. Bunların birinin tek başına doğru olması zaten olanaksız, bu bir yana; bu tip söylemlerin sahipleri, işin diğer tarafına, yani Anadolu’daki eylemliliklere pek eğilmiyorlar ki sorun da bence burada. On milyona yakın insanın sokakta olduğu iki haftadan bahsediyoruz nihayetinde.
Bu bağlamda, ilgili süreçteki politik gelişmeleri hatırlamak gerekiyor. O yıllarda AKP, Fethullahçı çete ile birlikte, geleneksel devlet ve ordu bürokrasisindeki muhalif kişileri ve onlar üzerinden bazı eğilimleri Ergenekon ve Balyoz tertipleri ile tasfiyeye devam ediyor, kuracağı yeni rejimin hukuksal zeminini teşkil edecek yeni anayasanın çalışmalarını sürdürüyor, çılgın fantezilerle Orta Doğu’da hamilik peşinde koşuyor, bu süreçte kendisine ayak bağı olabilecek PKK ile yeni dönem için pazarlıklar yapıyordu. AB üyelik hedefi rafa kalkıyor, liberallerle yollar ayrılıyor, yaşam tarzlarına müdahale artıyordu. Üniversiteye giriş sınavındaki şifreleme, KPSS’deki soruların çalınması hadiseleri tazeydi. Yani sadece politik muhalefet ve eleştiriler değil, bireysel yaşantı ve mağduriyetler de artık gündemindeydi, Akp ve ortağı olan illegal yapılanmanın muarızları için.
Tam da böyle bir dönemde, Gezi Parkı’nın yapılaşmaya açılmasına karşı İstanbul’da başlayan olaylar, çok kısa bir zamanda, 31 Mayıs akşamından itibaren, şaşırtıcı ve görülmemiş biçimde ülkeye yayıldı. AKP ilk kez ağaç kesmiyordu, ilk kez yargı kararlarını, bilirkişi raporlarını görmezden gelmiyordu; ama toplum ilk kez bu denli hızlı ve öfkeli bir karşı çıkışta bulunuyordu. Dolayısıyla, AKP’den rahatsız her kesimin, tekil itirazlarını birleştirmesi ve güçlendirmesi olarak tarif edebiliriz Gezi sürecini.
Bunun, o günküne benzer biçimde, bugün için somut manada bir karşılığının olduğunu söylemek ise sanırım pek mümkün değil. Kendine has ve özellikle İstanbul ayağı oldukça “Batılı” bir eylem süreciydi Gezi ve onun olumluluğunu ve orijinalliğini teşkil eden çok çeşitlilik, aynı zamanda bir engeldi de. Bunu kapsayacak, içerecek ve geliştirecek nitelikte bir örgütsel yapı o gün yoktu, bugün de yok. Bunun yarın olacağı da pek muhtemel görünmüyor.
Gezi ve Haziran deneyimi beş yıl önce alanlarda olan muhalif odaklar açısından olumlu-olumsuz ne gibi sonuçlar doğurdu? Eleştiri ve özeleştiriyi gözeterek geleceğe yönelik sistem karşıtı fikir ve eylem inşasında bu döneme nasıl başvurulmalı, Gezi’den nasıl faydalanmalı?
Öncelikle, tarihi ve diyalektiği reddedercesine, yakın dönemdeki tek toplumsal olayın Haziran İsyanı olduğunu söylemek büyük bir hatadır. AKP iktidarının ilk yıllarından bu yana, büyük kentlerde ve taşrada direniş hep vardı. Taksim’de 1 Mayıs için verilen beş yıllık mücadele, büyük eğitimci ve sağlıkçı buluşmaları, Silivri Cezaevi önündeki protestolar, TEKEL direnişi, üniversitelerdeki öğrenci eylemleri, Cumhuriyet Mitingleri… Hepsi iktidarı silkelemiş, suni dengeyi dönemsel de olsa değiştirmişti. Gezi’ye kadar on bir yıldır süren ve hepsinin içerisinde solun, solcuların bulunduğu mücadeleler olmasaydı Gezi de olmazdı. Bir kere sosyalistlerin bunu idrak etmesi, kompleksten kurtulması gerekir.
Bu kompleksten kurtulamayan ve Gezi’nin ardından, Gezi’yi merkeze alan ve oradan bir politik birliktelik yaratmaya çalışan bazı sol gruplar oldu. Bunlar, yeni koşulları kendilerince tahlil edip daha esnek, hızlı ve hareket kabiliyeti olmasını hayal ettikleri ortaklıklar kurdular. Ancak her zamanki gibi birbirlerine kızıp küsüp yollarını ayırmakta gecikmediler. Bugün o yapının içinde, bir iki küçük sol örgüt ve birkaç solcu yazar kaldı. Onların söylemleri de artık Gezi ruhu çağırma seanslarına dönüştü.
Bu oluşum bir yana, Gezi’yi sahiplenen diğer ve aslında tüm sol örgütlere baktığımızda ise, bunların bir yandan “Gezi ütopyası”nı yeniden gerçek kılmak iddialarını sürdürdüklerini; ancak pratikte hiç de buna uygun davranmadıklarını görüyoruz. Yaklaşan seçimlerde, sosyalist grupların birkaçı dışında neredeyse tamamı HDP’ye iltica etti. Gezi’yi imleyen, toplumun her kesimini kucaklamak, farklılıkları korumak, bir arada yaşam kültürü geliştirmek vb. afili söylemlerin reel duruma yansıması, Abdullah Öcalan’ın, en önemli projem dediği HDP’ye katılmak oldu. Buna şaşmamak elde değil.
Ayrıca, hatırlanacaktır, Haziran sürecinde, Selahattin Demirtaş, Taksim’de darbe görmüş, kitlesini oradan uzak tutmak istemişti. Bunu, İstanbul özelinde başaramadı, bu ayrı; ancak, Kürt sorununa ilişkin o dönem sürüyor olan pazarlıklar nedeniyle sarf edilen bu söz; bunun yanında, Kürt siyasetince devlete verilen olay çıkmayacağı taahhüdü neticesinde, doğu ve güneydoğu illerindeki polislerin batıya kaydırılmasının sağlanması; bugünkü HDP destekçisi sosyalistlerin kalbini o dönem de hiç kırmadı. Demek her şeyin bir nedeni varmış.
Birlikte ve özgür bir yaşamı savunmak iddiasını dillendirebilmek için önce bir arada durmayı öğrenmek gerekir. Sol, yan yana duramıyor. Bunu ancak başka ve sol olmayan bir partinin çatısı altında yapabiliyor. Özgüvensiz, iddiaları hayatın dışında, söylemleri tutarsız bir sol kaldı bugün elimizde. Bundan kurtulmak gerekiyor. Eklemeliyim; yüz bin imza toplayıp Cumhurbaşkanlığı seçimine girecek bir ortak sosyalist aday çıkaramamak, bizim için bir utanç vesilesidir. Ama nedense kimse utanmıyor.
Gezi’deki birliktelikten bu konuda bile faydalanılamıyorsa, aslında konuşacak çok şey de bulunmuyor. Zaten, anlatmaya çalıştığım üzere; böyle bir yoldaşlık, ortaklık hukuku sağlamak niyetinde bir sosyalist yapı da bulunmuyor.
“Gezi Sanatı” ve “Gezi Mizahı” gibi tanımların bir somutluğu var mı? Varsa günümüzde geçerli mi, geçerli olmalı mı? Gezi’yi romantikleştirmenin tehlikeleri ve getirileri nelerdir?
“Gezi mizahı” denilenin, bu kadar “ciddiye alınması” şaşırtıcıdır. AKP kadrolarının kültürel sermayesinin olmayışının, bugün de öyle, o günün gençlerine oldukça zengin malzeme sunduğu malum; bundan, gülmece içeren bir refleks yaratılması da hoş elbette. Ancak, “Gezi mizahı”nın temel öğelerini, geleneksek sol söylem ve sloganların tahrifi ve groteskleştirilmesi (Örneğin; Kahrolsun Bağzı Şeyler) oluşturuyordu ve fakat ben bunda hiçbir zaman mizah göremedim. Hele bir “Mustafa Keser’in askerleriyiz!” lafı vardı ki büyük saygısızlıktır. Öncü kadroları Silivri’de zulme uğrayan kitlelerin yaygınca kullandığı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna her fırsatta referans veren bir slogandan “espri” malzemesi çıkarmak etik ve akıllıca değildir.
Ayrıca, Gezi eylemlerinde yedi genç insanı kaybetmişken, neden bunlara gülmek zorundaydık, bunu da kendi adıma bugün dahi kavramış değilim.
Tabii şu da var, o günlerden bu yana, içimde bir acıdır; pek çok sol örgüt, televizyon ve gazetelerinde, daha fazla insanı sürece katmak için ya da hiçbir kötü niyet taşımadan, bilinçsizce diyelim; özellikle Ali İsmail Korkmaz’ın tekmelendiği, Ethem Sarısülük’ün vurulduğu görüntüler ortaya çıktıktan sonra, bunları tekrarla ve tekrarla izlettiler, yayımladılar. En azından o genç arkadaşlarımızın ailelerine saygı gereği bu yapılmamalıydı. O zorlama “Gezi mizahı”na bir de bunlar eşlik etti ki olmaması gerekirdi.
“Gezi sanatı”na gelirsek, böyle bir şeyin varlığı da yine tartışmalıdır. Israrla söylüyorum, herkesin kendince bir Gezi telakkisi var; ancak yaygın kabul, taşrada ve İstanbul’da, zaten siyaseten durduğu yer belli olan “orta sınıf”a dâhil ve CHP’nin doğal tabanı olan bireylerin, ayrıca sosyalist örgütlere mensup kişilerinki değil, işte bu “Gezi mizahı”nı yaratan genç kitlenin Gezi’si. Bunlar, geleneksel politikaya oldukça mesafeli, hatta çok çok kritik 16 Nisan Referandumu’nda bile sandığa gitmekten kaçınan, akıllı telefonunu günde iki kere şarj eden yirmili yaşlardaki insanlar. Onların ciddi ve önemli bir enerjisi vardı ve var, yadsınamaz; ama bu, düzeni “sol”dan tahkim eden pazarlamacıların elinde yitip gitmeye mahkûm. Sekiz liralık ot çöp dergilerinin bu kadar teveccüh görmesi mesela, bu kitlenin bu vasatlığa biraz zorunlu biraz da gönüllü teslimiyetinden kaynaklanıyor.
Bunun dışında, Gezi’yi konu eden, Gezi’ye ucundan değinen edebiyat eserleri de yayımlandı; ama herhalde dişe dokunur bir üretim şu ana kadar yapılmadı. Hayatında ilk kez eyleme katılan, polisle çatışan on dokuz yaşındaki üniversiteli ile televizyonunun başında, Taksim’deki mücadeleyi heyecanla takip eden emekli öğretmenin Gezi’den anladığını aynı samimiyetle ele alan bir eser, kitap, film ya da oyun, bilmiyorum ilerleyen yıllarda yaratılır mı; Gezi’den para kazanmak, ekmek yemek derdinde olmayan birileri çıkar mı… Biraz zor olsa da olanaksız değil.
Aslında, Gezi’den siyaset yöntemi, mücadele hattı devşirmeye çalışmak bir kenara bırakılırsa, kültürel düzlemde güzel şeylerin ortaya çıkması da kolaylaşacaktır ve bunlar kendiliğinden bir politikliği de zaten ihtiva edecektir, diye düşünüyorum. Gezi’nin başrolündeki unsur; ağaç… Türk mitolojisinde oldukça önemli bir öğedir mesela. Ağaç, tıpkı insanlar gibi yaşam hakkına sahip bir canlıdır; dahası, hayattır. Tek ve hürdür. Barıştır, ormancasına geniş bir kardeşliktir. Sanırım bu gerçeğe yakın imge, pek çok üretim için yetip de artacaktır.
Romantikleştirme konusuna ilişkinse şunları söyleyebilirim: Her toplumsal mücadele kesitinde geçerli olduğu gibi, Gezi’den de yapılacak çıkarımlar, örnek alınıp yarına taşınacak başlıklar; onda da eleştirilecek, kızılacak durumlar var. Ne eksik ne fazla; Gezi’nin orijinalitesi bunu değiştirmez. AKM binasına asılan onlarca sol örgütün bayrak ve flamalarının yarattığı harikuladelik aklımızdan silinmedi; ama bu, 15-16 Haziran İşçi Direnişi’nden daha değerli veya değersiz değil. O gün meşru ve doğru yol oydu veya değildi; yapıldı ve bitti; yarınsa başka başlık ve mücadele alanları bizi bekliyor olacak. Önemli olan doğru ve dürüst bir siyaseti, başka bir ülke tahayyülünü içselleştirmek ve her koşula hazırlıklı bulunmak. Sosyalistler için, vakit kaybetmeden bunu yapmak bile, önemli bir devrimci faaliyettir.