Modernizm, yani kısaca yirminci yüzyılı kasıp kavuran bu benzersiz akım, Fransız İhtilali’nin ‘Frigya Beresi’nden çıktı. Kimi düşünürlerin modernizmi Aydınlanma Projesi’nin bir devamı olarak ilan etmeleri de bunun bir kanıtıdır herhalde. Fransız İhtilali ve Aydınlanma olmasaydı, başka birçok şeyin yanı sıra modernizm de olmazdı.
Zira modernizm köklü bir değişimdir ve hiçbir köklü değişim Fransız İhtilali’nden bağımsız düşünülemez. Üstelik modernizmin temelde savuna geldiği düşünce biçimleriyle İhtilal ile beraber gelen düşünce biçimleri arasında temel bağlar vardır. Ancak modernizmin bir yanı tarihsel ilerleme, kuşku, devrimci anlayış, aydınlanma ve akılcılık ise, bir başka yanı ideolojik tutarsızlığıdır. Bu ideolojik tutarsızlık kendini en somut haliyle modernite eleştirisinde ele verir. Ne demeye çalışıyorum?
Postmodernizmin modernite eleştirisini kabul edemeyiz. Özetle, “Atom bombası felaketinden ötürü fizik bilimini suçlayacak” denli bir sapma, insanlığın ilerleyişini yadsımaya dönük bir bakış taşır postmodern eleştiri. Fransız İhtilali’nin önemsenmemesi, hatta düpedüz baskıcı, tahakkümcü bir vaka olarak görülmesine kadar gider bu… Ama biz şimdi gitmeyelim oradan: Kimi pek bilgin “Aydınlarımız” oradan gitmektedirler zaten.
Oysa modernizm İhtilalin beresinden çıktı demiştik ve daha ileri gidersek İhtilal de Jean Jacque Rousseau’nun perukasından çıkmıştır. Sahiden de İhtilalin sembolü haline gelen Bastille’in zapt edilişinin birinci yıl dönümünde, yani 14 Temmuz 1790 yılında yapılan zafer töreninde, sokaklarda büyük aydınlanma düşünürü Rousseau’nun kocaman bir büstü taşınmıştır binlerce kişi tarafından, başında defne yaprağıyla…
Voltaire, Diderot, Montesquie, Ansiklopediciler… Hepsi önemliydi kuşkusuz ama Rousseau başkaydı. Ne demişti Rousseau? İnsan doğuştan iyidir ancak özel mülkiyet insanı köleleştirir. Pekiyi… İnsana iyi ya da kötü-veya başka bir nitelik- yüklemenin yanlışlığı bir yana, tespiti doğruydu: sahiden de üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyet insanı kötücülleştiriyordu ve kötücülleştirmekte… Ancak Rousseau bir şey daha söylüyordu: insanı ilerlemek mahvetmiş, insan yeniden ilkel yabanıl zamanlara dönmeliymiş! “İlkel yabanıl” terimini aşağılamak için kullanmıyorum, aşağılanacak bir şey de yok zaten… Fakat mesele Rousseau’nun talebinin imkânsızlığında. İnsanın yeniden ilkel yabanıl zamanlara dönmesi bir arzunun çok ötesinde… İmkânsız, çünkü Rousseau insanlığın geriye gitmesini savunuyor. İnsanlığın geriye doğru gitmesini öneren her düşünüşe set örmek durumundayız. Aksi, tarihe haksızlık olur…
Şu çelişkiye bakar mısınız! Tilmizleri, yani Fransa’daki ihtilalciler tarihin çarklarını ileri doğru döndürüp insanlığı kraldan, kiliseden, toprak sahiplerinden, senyörlerden, taassup ve bağnazlıktan kurtarırken, yani tarihteki en büyük ileri atılımlardan birini gerçekleştirirken kendilerine “önder” belledikleri Rousseau, insanlığın felaketinin ilerleme olduğunu söylüyordu. Bu, Fransız İhtilali’nin açmazıdır. Daha ileri gitmeleri gerekiyordu: Oysa Jakobenleri tasfiye ettiler ve devrimin öncüsü olan burjuvazi gericileşerek devrime ihanet etti. Çarklar yeniden geriye doğru dönmeye başlamıştı: 1804’te yeniden imparatorluk ilan edildi.
Bugün de geriye doğru gidiyor çarklar. Hoş, postmodern düşünce, yani bir anlamıyla modernizmin safrası, neyin “ileri”, neyin “geri” olduğunu söylemeyi yasak ediyor: Hindu inancında kocasının ölümünden sonra kadının mezara gömülmesinin gericilik olduğunu söylemek tutuculukmuş! Neticede “kültürler göreceli” imiş… Doğru, kültür göreceli. Ama bağnazlık değil.
Dönecek olursak… Modernizmin modernite konusundaki tavrı bir açıdan kuvvetlidir, yalnızca bir açıdan… Modernizmi yalnızca moderniteye karşı bir refleks olarak göremeyiz. Nedir modernite? Somut olarak söyleyecek olursak otomobil, uçak, metro gibi ulaşım araçları; film, fotoğrafçılık, telefon gibi yeni medya araçları; dizel motorlar, yanmalı motorlar, petrol ve elektrik gibi yeni güç ve enerji kaynaklarıyla gelen bir İLERLEMEDİR. Seri üretim bandını da atlamayalım…
Modernizm, modernite içerisinde sıkışıp kalmış bireyin durumunu, modernitenin toplumları nasıl bir cenderenin içine soktuğunu iyi betimlemiş, tasvir etmiş, anlatmıştır. Chris Rodrigues ve Chris Garatti’nin ifadesiyle:
“Modernizm, modernitenin bilinçaltı katmanlarının derinlerine dalar ve moderniteyi kendi saklı kaygılarıyla yüzleştirir”
Kimi zaman Kafkaesk öğelerden, kimi zaman Kübizm’den, ya da Sovyet Fütürizmi’nden bahsedilebilir… Ama bir bütün olarak yetersiz ve tutarsız bir tavrı vardır moderniteye karşı. Bu noktada modernizmden ziyade modernizmlerden bahsetmek gerekir. Ama bir bütün olarak modernizme baktığımızda J.J Rousseau’nun yüzünü, üstelik iki farklı yüzünü görürüz: iyi niyetlidir o ama romantiktir. Bir bakıma ütopik bir sosyalisttir.
Modernitenin yıkıcılığı, gerçekçi bir düzlemde ele alacak olursak ilerleme fikrini kirletemez… Teknoloji, binalar, yeni ulaşım ve iletişim araçları, seri üretim bandı başlı başına kötü değildir. Teknoloji yabancılaşmaya yol açıyorsa bu büyük şirketlerin kendi iç rekabetlerinin ve salgıladıkları ideolojinin bir ürünüdür. Seri üretim bandı, toplumcu bir üretim ile beraber pekâlâ insani ve işçilerin yararına bir alete dönüşebilir. Şimdiyse yalnızca yabancılaşma üretiyor… Baştaki örneğe dönecek olursak, sahiden, Atom Bombası felaketinden ötürü fizik bilimine mi karşı duracağız? Yoksa emperyalizmin saldırganlığına bir karşı duruş mu oluşturacağız?
Tüm bu yenilikler, icatlar, gelişmeler iyidir. İyidir ama burjuvazinin, sermayenin elinde şişede durduğu gibi durmaz. Bu nedenle Rousseau’nun geriye, “ilkel” zamanlara dönmek istemesi bir noktadan sonra geriyi savunmak anlamına gelir.
Geriyi savunamayız. Ama şimdiyi savunabiliriz. İlerlemenin yavru bir kuş olduğunu düşünelim: “kötü” bir insan avuçlarında sıkarak yok edebilir onu. Fakat “iyi” bir insan özgürleştirir. İşte insanlığın, ilerleme fikrini sermaye düzeninin, adını koyalım, kapitalizmin ellerinden alıp özgürleştirmesi gerekir.
Fransız İhtilali’nin açmazı buydu: burjuvazi tarafından ihanete uğradı ve Napolyon’u doğurdu…
Modernizm’inki ve Rousseau’nunki de buydu: tarihin çarklarını ileri doğru döndürmek konusunda zayıf ve kararsızdılar.
Postmodernizm ise çok daha geri bir noktaya tekabül ediyor.
Mesele bizim açımızdan moderniteye sırt çevirmek olamaz: onu aşmak ve ileriye, özgürlüğe, eşitliğe, yeni bir düzene taşımak olmalı bizim emelimiz. Ve bu emel doğrultusunda Rousseau’ya da, Fransız İhtilali’ne de, modernizme de sahip çıkacağız, tüm çelişkilerine ve açmazlarına rağmen sırt çevirmeden, tepeden bakmadan sahip çıkacağız.
Postmodernizm ilerlemeye, moderniteye küfredip dursun…
Biz, işimize bakalım.
Görsel: Horas Kardeşlerin Yemini – Jacques Louis David (1786)