Kasımda yağmaya başlayan kar, Ocak ayı bitmeden eriyip gidiyordu. Evrenin, başkalaşmış insan tininin yarattığı yaşam temposuna ayak uydurma, uyduramama şekliydi bu. Her şey o kadar hızlanmıştı ki, hiçbir yaprak bekleyemez olmuştu ne sararıp solmak ne de yeşermek için. Acı böyle başlamıştı; kimseye hissettirmeden ama aniden değil aksine yavaş yavaş, kapı aralıklarından geçerek belki parmak uçlarında belki emekleyerek. Üstüne sinen koku gibi, sinmek bu arada sinmek…
Üç gün yeterliydi artık, dört mevsimi görmek için. Baharları aynı güne sığdırdılar, Sadık Erdem ağladı. Bir detaydı, bir sevinç, bir yaşam çığlığı yaşamak için. Masumca süzülen gözyaşı yanaklarında iz bırakarak vurdu yerde, dağıldı sonra. Aynada gördü ağladı. İzlere dokunmanın tatlı anısı kaldı elinde. Bunu anlamadı. Dokunmak, çoktan unutulmuştu, birileri tarafından alçakça unutturulmuştu. Bütün bunların içgüdüsel şekilde yarattığı acı sarıp sarmaladı bedenini, içi içini içti. Soğuktu teni fakat üşüyemedi. Aynanın ötesinde bir başka sararan yaprak toprağa dokunup yeşillendi. Birden havalanıp ağaç dalında eski yerini aldı. Herkesin gözünün önünde yaptı bunu. Bırak göz mü kalmıştı! Kaldıysa herkes mi kördü yoksa zamanla işlevi mi değişti? Uyku hali bu. Acı çek. Unut. Devam et. Acı çek. Unut. Devam et.
Ertesi gün uyandığında bütün üstü başıyla, yatağa hiç de benzemeyen bir yatakta, her yerinde kar vardı Sadık Erdem’in. Ağladı, sımsıcak ağladı. Öyle ki gözleri yandı, hissetmedi. Sıradaki gözyaşı da bunun içindi. İnsan, eşref-i mahlûkat! Vücudu boyunca aktı yaşlar. Buzlar çözüldü, battaniye eridi. Denizler oluştu. Ve mavilikte aşk kendini buldu. Bir kadın biçimde aşk; kısa süreli boğulma hissi, gözleri onu beşik gibi sallıyor, çevreliyor… Sadık Erdem hatırlamadı. Çoktan unutmuştu. Unutmakla hemdem olmuştu sanki. Tam da bu sırada suda yansımasını gördü, iyice baktı, tanımıyormuşçasına baktı. Önemli değildi, yaşlıca gözlerine de alışacaktı. Bir ses geldi çok uzaklardaki kayalıklardan. Kırlangıç üflüyordu ve güneş, daha yakındaydı şu an, iyiden hallice yaklaşıyordu iyice. Sudaki yansıması kaldı, su yok oldu. Kapattı perdelerini Sadık Erdem, iyice sıkınca iki damla daha boşaldı, önce resmini silip onlar da yok oldu. Sessizlik doğdu, rahatsız edici hırıltısında sallanan memeleriyle nefret sarstı geceyi. Sadık Erdem yalnızlıktansa nefreti tercih etti. Nefretle yattı o gece, kapılar kilitlendi.
Çırılçıplak, yer yer kan ve tırnak izleriyle uyandı Sadık Erdem. O kan, derisinde kavruldu. Azap bütün çölü sardı. Etrafta ağır bir ter kokusu… Ve de palavra. Sadık Erdem kaçtı, bu sefer ağlamadı. İlikleri acılarına işledi. Bir rüzgâr ile delik deşik oldu. Bir gül açmaya başladı sonra sırtında. Yavaş yavaş doğruldu, diken verdi. Sadık Erdem yetişip de alamadı. Uğraştı, uğraştı. Çenesi arasında dişleri kırıldı, dilini kopardı. Sırtında açan gül kaşınıyordu. Kaşınıyordu sırtında açan gül. O kokusuna muhtaçtı. Uzanamadı. Kum parmak uçlarını ıslattı, yaktı. Sadık Erdem kırlangıca yalvardı. Üstündeki kanları kusunca, kırlangıç da ötmeyi kesti, güneş yavaş yavaş eski yerine döndü. Bir kadın sarhoşça çaldı piyanoyu, parmakları biraz kanayana dek. Gül soldu, düştüğünde kokusu yoktu. Önümüz bahardı, ertesi gün Sadık Erdem alçakça her şeyi unuttu.
Gözlerini tekrar açtığında zamanın üstündeydi. İşemek, kahvaltı yapmak ve ofise yetişmek üzere doğrulurken örtü kıvrılıverdi geriye. Sadık Erdem bunu istemezdi. Gecede ay, gündüzde güneş yok oldu. Önce gölgeler yok oldu. Yok olmak yani öyle basit değil, sen-ben gibi, geldiğinde bir daha olmamak üzere, yaşamak gibi bir şey bu. Yok olmak, hiçliğin sonsuzunda kayıplara karışmak gibi. Her taraf yangın yeriydi, yuvarlak bir alev topu dönmekte, bir yıldız ötekinin içinde. Sonra akıl, sonra bütün duygular; aşk, tutku hissiyat… Teker teker yok oldu. Adını kaybetti o delikte Sadık Erdem bir hatırladığı o vardı zaten. Güç ve nefret kendilerini takdim ettiler, fıtratla tanıştı S.E. Onlar da yok olunca tin ve tinin de ötesinde görünmez eller, el sallıyordu zaman kıvrılınca geriye. Hepsini birer birer hatırlatmıştı unuttuğu. Geriye yalnızca o görünmez eller kaldı; her şeyin başındaki, büyükçe, görünmez eller. Daha gerisi yoktu geldiği yerde.
Yaklaştı, ellerde o vardı bir yadsımayla. Saf insan bir masumiyetti oysa. İnsan, eşref-i mahlûkat! Ta ki fıtratına kadar. Ağladı Sadık Erdem, haysiyet ve şahsiyet için, alçakça unuttuğu hissiyatlar, anlamlar için. Yaşamak adı verdiği uykuda bütün rüyaları umut ederek geçirdiği için en çok. En çok da bunun için. “Yaşamı yadsımak, her an, işte şu an ölmek yeni güne aldırmadan. Sen aldırırdın. Seni unutup, kalanı hatırlamak. Merhametten korkmamak ki merhamet yalnızlıktır. Yaşamı yadsımak, her an, işte şu an ölmek istemek bu bedenden, başkalaşmış tinden fakat yitip gitmek değil buradan. Ne kadar acı bu hissediyor musunuz? Görünmez ellerin son başyapıtı, ruhun soyluluğunu ne akılla yaşamın gölgeleri ile deşmeli? Öyle değil her an, işte şu an ölmek istemeli ki bu istememek demektir. Sen isterdin, yaşam istemektir o dilde yaşam. Oysa ölüm için her an işte şu an daha az istemeli. Görüyor musunuz? Bir ıslaklıkla açıldı mı sizin de perdeleriniz? Yoksa artık iyice delirmenin tatlı yalnızlığı sadece benim mi?” dedi ve kırlangıcın son sözleriyle ışık da yok olurken onun tini yüce karanlığın sonsuzluğunda bir yıldız oluverdi. “topraktan topraktan topraktan geldin. toprağa toprağa toprağa gideceksin”
***
Görsel: Melankoli (2011) – Lars Von Trier